Batı medeniyetinde doğmuş ve gelişmiş olan kapitalizmin, yine batıdaki ekonomik ve kültürel çöküş ile insanlık için ne kadar tehlike arz ettiği görülmektedir. Fransız ihtilali ile derebeyliği kaldıran batı medeniyeti, kapitalizm ile sermayedarları ortaya çıkarmıştır ki bu da derebeylerin isminin değişmesinden öteye gitmemiştir. Bu ikinci versiyonda insanlar özgürlük adı altında köleleştirilmişlerdir. İnsanların emekleri üzerinden yükselen sermayedarlar tüm dünyanın kaynaklarına ve zenginliklerine bencilce gözlerini dikmişlerdir. İnsanların eliyle üretilen ürünler yine aynı insanlara çok daha pahalıya satılmışlardır. Tüketimi özendirmek için şeytanın bütün hilelerini özenle seçerek kullanmışlardır. Özgürlüğün simgesi olarak kadını ön plana çıkaran bu medeniyet, kadının cinselliğini bir meta olarak kullanmış ve özünde bir insan ve anne olan kadından geriye bir şey bırakmamıştır. Batıda, kapitalist sistem sadece toplumların maddi kaynaklarını değil manevi değerlerini de tüketerek, bitme noktasına gelinmiştir. Geriye ise insani özelliklerini kaybetmiş, gelecekleri büyük bir borç yükü ile ipotek altına alınmış bir topluluk kalmıştır. Batının maddi ve manevi tüm kaynaklarını tüketen küresel sermaye, bu günlerde kendine güvenli bir liman aramaktadır.
Türkiye’de, çoğunluğu oluşturmalarına rağmen yaklaşık 150 yıldır muhalefette olan İslami motifli muhafazakar toplum son zamanlarda hem devletle hem de küresel sistemle uzlaşarak küresel kapitalizme entegrasyon sağlamıştır (Akif Emre’nin Neo-İttihatçılık isimli makalesi bu konuda iyi bir tahlildir). Bu coğrafya, kendine güvenli bir liman arayan kapitalizm için iyi bir durak olma konumundadır. Batıyı yiyip bitiren bu bela son zamanlarda müslümanlar eliyle başımıza sarılarak insanlığa rahmet olacak alternatif İslami sistemin üzeri örtülmektedir. Başbakan Erdoğan, gelecekte bugünkü gücümüzü korumamız için ailelerin en az üç çocuk yapması gerektiğini söylüyor. Bugün itibari ile gelinen noktada, zenginleşen Türkiye’de, kaynakların ve zenginliklerin adaletli olarak paylaşımından bahsedemeyiz. Gelir dağılımındaki uçurum daha da derinleşmiştir. Ufukta ise bu durumun düzelebileceğine dair bir belirti maalesef görünmemektedir. Kapitalist sistemlerden beslenen yayın organlarının yönlendirmesi ve toplulukların gururunu okşayan dış politikadaki güçlü Türkiye algısı, insanların görmesini engelleyen perde niteliğindedir. Üç çocuk isteyen Başbakan’a, “üç köle daha mı” diye hesap sormak kimsenin aklına gelmemektedir.
Arap toplumlarına, model ülke olarak tanıtılan Türkiye eliyle tüketime dayalı yaşam biçimi empoze edilmektedir. Türk dizilerinin bu konuda yeri büyüktür. Bu yeni hayat tarzında dünyada istediğinizi yaparken ahiretinizi de kurtarabiliyorsunuz! Bu açıdan bakıldığında Arap baharı, firavunlardan kurtulma mücadelesinde, özgürlük adı altında yeni bir köleleştirme ile sonuçlanması gibi kötü bir olasılığı bünyesinde barındırmaktadır.
Yeryüzü kaynaklarının tümü Allah’ındır (c.c.). Allah’ın (c.c.) halifesi olan insanın ise imtihanı, bu kaynakları adaletli bir şekilde paylaşılması noktasında başlamaktadır. İslam insanlığa adalet ile yeryüzünde cenneti, tevhid ile de ahirette cenneti sunmaktadır. Günümüzde ki bu bulanık ortamda, tüm karartmalara ve karalamalara rağmen Allah’ın (c.c.) insanlığa sunduğu mesajı daha fazla dillendirmek gerekmektedir.
İnsan’ın Tabiat’tan uzaklaşması / Tabiat’a (ve kendi tabiatına) yabancılaşması,
Çalışanın ürettiği ile arasına mesafe girmesi, Emek’in Ürün’e yabancılaşması,
İnsanların kendi inançlarına yabancılaşması,
Toplumsal hayatın devlet baskısı altına girmesi, devlet-halk yabancılaşması,
Sermayenin çalışanları ezmesi, insan’ın kendi emeğine yabancılaşması.
İsterseniz bu meta-Yabancılaşma’nın somut örneklerine bakalım Kapital’den. Marx’ın gerçek hayattan kopmadan bu kadar kaliteli fikir ve kavram üretebilmesini takdir edeceksiniz sanıyorum:
“Makine, adale gücünü vazgeçilmez bir öğe olmaktan çıkardığı ölçüde, adaleleri zayıf, vücut gelişmesi eksik, ama eklem ve organları kıvrak işçileri çalıştıran bir araç halini alır. Bu nedenle de kadın ve çocuk emeği, makine kullanan kapitalist için aranan ilk şey olmuştur. Emek ve emekçinin yerini alan bu güçlü araç, çok geçmeden, yaş ve cinsiyet farkı gözetmeksizin işçi ailelerinin bütün üyelerini doğrudan doğruya sermayenin egemenliği altına sokarak; ücretli işçi sayısını artırmanın bir aracı olup çıkmıştır. Kapitalist hesabına yapılacak zorunlu iş, yalnız çocukların oyun alanlarına elatmakla kalmamış, aile çevresinde bireylerin kendileri için diledikleri gibi harcayabilecekleri zamana ve emeğe de elatmıştır.” (Kapital, Cilt 1, Üçüncü Kesim. Makinenin İşçi Üzerindeki Dolaysız Etkileri, a- Sermayenin Ek Emek-gücüne Elkoyması, Kadınlarla Çocukların Çalıştırılmaları)
Makine konusundaki kullanımdan sonra ticaret alanına uyarlanışına bakalım. Marx burada eski zamanlarda ilkel toplumlardaki iş bölümünü ve ticareti ele alıyor. Bu “doğal” ticaret ile kapitalist düzenin dayattığı ticaretin farklı olduğunu vurguluyor. Satır aralarından sızan “üst-yabancılaşma” kokusuna dikkat:
“Değişim, üretim alanları arasında farklılıklar yaratmaz, yalnızca bu çeşitli şeyler arasında ilişki kurarak, bunları, genişlemiş bir toplumun ortak üretiminin az çok birbirine bağlı dalları haline getirir. Burada toplumsal işbölümü, aslında birbirinden farklı ve bağımsız üretim alanları arasındaki değişimden doğar. Fizyolojik işbölümünün çıkış noktası olduğu durumda ise, birbirine kenetli bir bütünün özel organları; her şeyden önce yabancı topluluklar ile meta alışverişi nedeniyle gevşeyerek koparlar, ve öylesine bağımsız duruma gelirler ki, çeşitli çalışma alanlarını birbirine bağlayan tek bağ, ürünlerin meta olarak birbiriyle değişilmesi olur. Bu durumda, daha önce bağımsız olanın bağımlı duruma gelmesi, diğer durumda ise daha önce bağımlı olanın bağımsızlaşmasıdır.” (Kapital, Cilt 1, Dördüncü Kesim. – Uretimde İşbölümü Ve Toplumda İşbölümü)
Gördüğünüz gibi güçlü bir soyutlama yapıyor Marx, yabancılaşma meselesini tıpkı şeyleştirme gibi düşüncesinin merkezine alıyor. Dinsel alanda ve kendine yabancılaşma konusunda esin kaynaklarının Feuerbach ve Bruno Bauer olduğunu teslim edelim. Araç ve amaçların birbirine karışması, Para’nın adeta tanrılaşması ise Moses Hess’in mirası. Kimi marxçılar ve marxistler yabancılaşma kavramının gençlik dönemine ait olduğunu iddia etseler de kanaatimce Marx bunu ölümüne dek terk etmedi. Zaten geçen bölümde yayınladığımız Kapital’in birinci cildinden alınmış kısa bölümleri okuyarak kendiniz de karar verebilirsiniz.
Ama bu “yabancılaşma” olgusunun Alman/Avrupalı köklerine bakıp da meseleyi “ötekilerin” ya da 18ci asrın meselesi zannetmeyin. Biraz “içeriden” hissetmeye, yaşamaya çalışın kendi günlük hayatınıza odaklanarak. Geceleri evinizi aydınlatan elektrik ampullerine bakın meselâ.
Eskiden havanın kararmasına yakın evin yaşlıları gaz lambalarını hazırlarmış. “Şişe” denilen bombeli kısımdaki is lekelerini siler, alttaki hazneye gaz koyarlarmış. Gaz lambası yanmadığında ise ya gazı bitmiş ya fitili içine düşmüş olduğundan gereken ev halkınca yapılırmış. Eskiden ışık bir “yabancı” değilmiş. Oysa bugün yerini bile bilmediğimiz bir barajda ya da termik santralde üretilen elektrik trafolardan geçerek evimize geliyor. Elektriğin ne olduğunu tarif edebilecek kaç komşunuz var? Bu akşam ışıkların yanacağından emin misiniz? Sigorta atmazsa ve ampul sağlamsa ve, ve, ve… Teknik karmaşıklığın yanı sıra toplumun organizasyonundan, çalışanların uzmanlaşmasından da kaynaklanan bir YABANCILAŞMA ile karşı karşıyayız. Elektrikle gelen ışık, çıra ya da gaz lambası ışığı kadar “bizim” değil.
Yabancılaşmanın psikolojik zemini
Yabancılaşma’nın yaşantımızdaki bütün yansımalarını ele almak kolay değil. Bu sebeple biz de Marx gibi dikkatimizi çalışma, üretme biçimlerimizdeki yabancılaşma üzerine yoğunlaştırmakta fayda görüyoruz. Yani bu yabancılaşmanın çalışan insanlara yaptığı etki üzerine.
İnsan son derecede karmaşık bir varlık. BEN kimdir? Bunu net olarak bilmiyoruz. “Ben” derken neyi, kimi kasdediyoruz? Derin insan kitabının Korku Matkabı isimli kısmında izah ettiğimiz gibi « ben » mutlak bir varlık değil. Zihinsel bir inşaat. Her an yapım sürüyor. Ama « ben » aşınıyor hatta bazen yıkılabiliyor. Bunun için de depresyon ve şizofreni gibi “bozukluklar” mümkün oluyor.
İnsan BEN’liğinin inşa sürecinin vazgeçilmez ögelerinden biri de çalışmak, ekmeğini kazanmak, “hak” etmek. Toplumun ve Tabiat’ın arz ettiği zorluklara rağmen (ve sayesinde) birisi olmak demek çalışmak:
“Rüyamda bile denizi görüyordum. Gündüz kaçırdığım balıkları gece rüyamda yakalıyordum. Gündüz fırtınada dengemi kaybedip düştüysem gece dimdik ayaktaydım. Gündüz satamadığım balıkları rüyamda satıyordum. Ben denizi ve balıkları “çalıştığım” gibi onlar da beni “çalışıyor” şekillendiriyordu. […] Her yere kürek çekerek gidiyorduk. Ellerimiz nasır tutmuştu. Bel ve sırt kaslarımız güçlenmişti. Uzaktaki dalgaların arasında atlayan küçücük balıkları bile görebiliyordum. Gözlerim keskinleşiyordu sanki. Dalgalı havalarda ağ atıp çekmek baştan çok zordu çünkü oturmadan, ayakta yapılan bir işti bu. Ama zaman içinde ayak bileklerim ve dizlerim “akıllandı”. En sert havada bile dikkatimi yaptığım işe verebiliyordum zira vücudum “otomatik viteste” idi rüzgâra ve dalgalara uyum sağlarken. Balıkçılık bedenimi, zekâmı ve hissiyatımı şekillendirmişti. […] Çalışmak insanın geçimini sağlamanın çok ötesinde bir süreç. O yıllara geri dönüp baktığımda bunu görüyorum. İnsanı şekillendiren, zorlayan, her başarısızlıktan sonra “bir daha asla!” dedirten, içimizde uyuyan enerjileri hayata geçiren… Çalışmak insana değer katan, kendine saygısını, toplumdaki yerini ve benliğini inşa eden bir süreç.” (Liberalizmin Kara Kitabı, “Liberalizm Çalışan Bireyleri intihara sürükler” isimli bölüm)
Bu örnekte görülebileceği gibi Tabiat’ın arz ettiği zorluklara rağmen çalışmak insana dayanmayı, direnmeyi öğretiyor. Çalışan insan doğadan “kopardığı” bir maddeyi ve kendi ömründen feda ettiği bir zamanla harmanlıyor. Emek ile ortaya çıkan “ürün” yerde bulunmuş bir taş gibi sıradan bir cisim değil. İnsanın emeğinin kristalleştiği, zamanın, tecrübenin ve becerinin elle tutulur, gözle görülür hale geldiği bir şey. Anlam yüklü her ürün.
Marx’ın 1844 Elyazmaları’nda açıkça ifade ettiği gibi üretmek demek sübjektiften objektife geçmek demek (Öznelden nesnele). İnsan-Marangoz’un evlatlarını doyurma arzusu, çok sevdiği babasından öğrendiği mesleği, ormana gidip en uygun ağacı seçtiği uzun yürüyüşler… Bütün bunlar bir Masa-Ürün’de toplanıyor. Marangoz yaptığı masayı sattığında biraz nasırlı ellerini, biraz yorgun gözlerini, biraz ömrünü satıyor müşterisine. Karşılık olarak aldığı para da bir kâğıt parçası değil, mânâ yüklü: “Alın teri, helâl kazanç…”