İktidar Hesaplarına Kapılarak İdeallerimizden Vazgeçmemeli, Yüzümüzü Geleceğe Dönmeliyiz

Yazar ve şair Ümit Aktaş, 27 Temmuz Çarşamba günü TOKAD’da “Neoliberal Dönemde İslamcılık” başlıklı bir konuşma yaptı. Liberalizmin ve İslamcılığın birbiriyle uyuşmayan, hatta çelişen iddialarını kavramsal olarak temellendiren Aktaş, Ak Parti döneminde Müslümanların iktidar sevdasıyla liberalizmle olumlu bir ilişkiye girmiş olduklarını, tarihsel süreçte kendisine hiçbir zaman toplumsal karşılık bulamamış olan liberallerin de kendi tezlerini Müslüman kitleler üzerinden gerçekleştirme fırsatını değerlendirme çabası içinde olduklarını ifade etti. Ümit Aktaş, küresel kapitalizmin felsefesi olan liberalizmin özgürlükçülük olarak anlaşılmaması gerektiğini, piyasa serbestliğini esas olan bu iktisadi eğilimin aslında bir ucu faşizme kadar varan otoriter bir karaktere sahip olduğunu söyledi. Aktaş, dünyanın selametini hedefleyen bir hareket olarak ortaya çıkan İslamcılığın, günümüzde 1960 sonrası iddialarını terk ettiğini, sosyal adaletçi tavrını yitirdiğini, Müslüman kitlelerin yaşananlara iktidar perspektifinden bakmaya başladığını ve bunun endişe verici bir vaziyeti ifade ettiğini belirtti. Ümit Aktaş’ın konuşmasından bazı bölümler:

TOKAD bir faaliyetin adı, derneğin değil, burada derneği aşan bir şeyler var. Badiou’nun diliyle konuşacak olursak, bir olay ve hakikat var. Türkiye’de kültürel merkez İstanbul’dur, ama TOKAD, sahici bir eylem ortaya koyarak İstanbul söyleminin dışına çıkmayı ve merkezileşmeyi başardı.

Müslümanların her zaman siyasetin bir adım önünde olmaları gerektiğine inanıyorum. Müslümanlar yaşadıkları topluma yol göstermeli, toplumun önünü açmalılar. Bunun için de Müslümanlar hakikat üzere seferde olmalılar, bizleri Müslüman yapan da zaten, hakikat arayışımız olmalıdır. Ben hakikati Allah’ın yaratıcılığı olarak görüyorum, bizim bu yaratıcılığın ardından koşmamız gerektiğine inanıyorum. Tarihin çocukları değiliz, gelecekte olan hakikate dönmeliyiz yüzümüzü. İslamcılık, hem İslam dünyasının hem dünyanın yüz akı olan bir düşüncedir. 150 yıl önce ortaya çıkan İslamcılık sadece İslam dünyasının değil, bütün dünyanın selameti için yola çıkmış bir harekettir ve öyle de sürmesi gerekiyor. Bu niyetle ortaya çıkmış olsa bile, İslamcılar bu niyete daima sadık kalmış değildir. İslamcılığın başlangıcından itibaren en büyük handikapı kendisini bir asr-ı saadet nostaljisine kapatmasıdır. Bizim yüzümüz hep geleceğe dönük olmalı. İslam’ın bir ütopyası olduğu düşüncesine her zaman karşı çıktım, İslam bize bir yeryüzü cenneti vaat etmez. Sadece bir hakikatin izinde olmamız gerektiğini söyler. Bu da sürekli bir sefer hâlinde olmamız gerektiği anlamına geliyor. Yeryüzüne ikamet etmek için gelmedik, bir imtihan,  bir sefer içindeyiz. Kıyamete kadar bu imtihan hâli sürecektir. Yeryüzünde hiçbir zaman Tanrı Krallığı gibi bir gerçekleşebilecek ütopya söz konusu olamaz. İnsanları aldatıcı bir gelecek beklentisi içinde tutmaya çalışan, bir anlamıyla pozitif de olan bu ütopyacılık Müslümanlarda negatif bir şekilde, bir asr-ı saadet nostaljisi şeklinde tezahür etti. Kendisini böyle bir düşünceye raptederek sabitlemek yerine, tarihi önümüze alarak oradaki aksamaları onarmamız gerektiğini düşünüyorum. Bugün eğer İslam siyaseti diyebileceğimiz bir siyaset vaki olacaksa, yeryüzünde hakikatin tecelli ettiği ender zamanlardan birisi olan Rasulullah’ın yaşadığı dönemden sonra, Hz.Ebubekir’den itibaren kendisini ortaya koymaya çalışan siyasetin bir takım aksamalar gösterdiğini kabul etmeliyiz; İslami hareketi ortaya koymaya çalışan, bu anlamda bir söylem üretmeye talip olan kişiler olarak, her türlü kompleksten kendimizi arındırarak bütün bunları düşünmek zorundayız, yani, tarihi önümüze alarak düzeltmeye yönelmeliyiz. Evet, kapitalizme isyan eden insanlar olarak bir İslami hareket üretmeye talipsek, tarihsel hataları eleştirel bir biçimde düşünmek zorundayız. Mesela kadınların bastırılmışlığı. Mescidden yani kamusal hayattan uzaklaştırılması. Hz. Ömer’in başlattığı ve diğer halifelerin sürdürdüğü bu hatalı uygulamayı mesela, komplekssiz bir şekilde düşünmek ve tartışmak zorundayız.

Dünya tarihi Fransız devriminden sonra başka bir mecrada akmaya başladı. 1789 sonrasında üç önemli akım ortaya çıktı: liberalizm, muhafazakârlık ve sosyalizm. Bugün Türkiye’de muhafazakârlık maalesef Müslümanlıktan daha cazip bir yer almaya, muhfazakârlığın kredisi Müslümanlıktan daha üstün bir mertebeye çıkmaya başladı. 1789 sonrası ortaya çıkan muhafazakârlığın İslami bir duruş olması asla söz konusu değil, o da Fransız devriminin ürünlerinden olan siyasal bir akımdır.

“Bırakınız geçsinler, bırakınız yapsınlar” şeklindeki sloganıyla kendisini ifade eden bir eğilim olan liberalizm de Fransız devrimi sonrasında ortaya çıkan bir modern siyasal ideolojidir, aynı muhafazakârlık gibi. Liberalizm çoğu zaman özgürlükçülükle karıştırılır. Özgürlükçülük aslında liberten hareketlerle anılmalıdır. Yani liberalizmle libertenizm arasında kavramsal bir fark vardır. Liberalizm iktisadi bir temele dayanan bir düşüncedir. Fertlerin özgür olmasını devletin küçültülmesi ve piyasanın serbestliğine bağlayan bir harekettir. “Bırakınız geçsinler, bırakınız yapsınlar” diyen bu siyaset pazarı serbestleştirerek özgürlüğü amaçlamaz. Siyasi özgürlükçülük libertenizm, hatta anarşizmdir. İktisadi özgürlük ise çoğu zaman tekellerin işine yarayan bir şeydir ve küresel kapitalizm dediğimiz şey doğrudan doğruya iktisadi özgürlükçülüğün bir ürünüdür. İslami hareketler muhalif, özgürlükçü ve devrimci hareketler olmak durumundadır. Ama bizim özgürlük anlayışımız liberallikle yakın bir anlama sahip değil. Hatta liberallik aslında otoriter olan bir eğilimdir. Müslümanların özgürlüğe yüklemeleri gereken anlam ise çok daha farklı. Özgürlük yüzünü geleceğe dönerek, sahici bir gelecek için hakikat uğruna sefere çıkmaktır. Biz hiçbir zaman hakikati temellük etme iddiasında olamayız, her zaman hakikatin peşinde koşma misyonunu kendimize yüklemeliyiz. Hakikat yolunda sefer eden Müslümanların özelliği düşünmeleri, sorumlu olmaları ve ergen olmalarıdır. Müslüman ancak düşünerek, tahkik ederek İslam’ı kabul etmiş kişidir. Ancak düşünmekle birlikte beşeri varlık insani özellik kazanabilir, özgürleşebilir.

Günlük olayları yorumlarken Kur’an okumalarımızı devreye sokamıyoruz. 20 yıl önce bütün dünya için endişe içinde olan Müslüman kalp bugün sadece kendi ülkesindeki iktidar için endişe duyuyor. Bu kalp nasıl örselendi, ahlakını nasıl kaybetti? Küresel kapitalizmin başarıları, kalkınma, refah bizim için hakikatin kriteri olma vasfını nasıl kazandı? İki temel ödevimiz var. Bir, Peygamberlerle aramızdaki mesafeyi, düzeltilmesi gereken bir gelecek olarak okumalıyız. İki, Siyaset felsefemizi özgürleşmeci bir anlayışla yeniden inşa etmeliyiz. Günümüz insanının temel sorunu özgürleşmedir. Peygamberimiz veda hutbesinde bundan sonra ümmetinin puta tapmasından değil dünya nimetlerine kapılma tehlikesinden sınav olacağını söylüyor. Günümüz insanı açısından en temel problem, insanın sorumlu ve özgür bir varlık olmasından uzaklaştırılmasıdır; Arap dünyasındaki diktatörler ya da Batılı liberal tahakküm biçimleri, fark etmez. Fransız devrimi sonrasında ortaya çıkan siyasi ütopyalar faşizm, liberalizm ve komünizm şeklinde üç zorba, otoriter, baskıcı eğilim üretti; böylece Aydınlanma felsefesinin tezleri sınanmış ve çökmüş oldu. Bugün için temel mesele insanoğlunun özgürleşmesidir. “Arap Baharı” denilen hareketlerin temelinde insan olan kardeşlerimiz olduğunu unutarak, bugün Suriye ile ilgili söylenenlere baktığımızda, bunun bir takım komplo teorileriyle ilgili olduğunu öne sürmemiz de siyasal angaje olmuşluğumuzdan, olaylara ahlaki tepkiler verme yeteneğini yitirmemizden kaynaklanıyor.

Düşünmemiz, geleceği özgür irademizle seçebilmemiz gerekiyor. Bizler ancak çevremizden sorumlu olduğumuz sürece gerçek anlamda bir siyaset ve ahlak anlayışına sahip olabiliriz. Günümüzde Müslümanlar fıtrî olan ahlaklarını angajmanı oldukları siyasi ideolojilerinin tesiriyle siyasetin gerisine atabilmektedirler. Türkiye’deki mevcut siyasal iktidarın sınırlı perspektifine kendisini kapatan bir bakış açısına mahkum olmuş durumdayız. 1960 sonrası İslamcılık dünyaya söz söylemeye cehd eden, kapitalizme karşı sosyal adaletçi bir perspektife dayanırken, bugün Ak Parti süreci ile birlikte maalesef bir iktidarlaşma arzusu içine girerek iddialarından vazgeçme noktasına gelmiştir. Müslümanların 60′ sonrası İslamcılığın temel iddiaların vazgeçmesinin kökeninde, mevcut iktidarın liberalizmle birlikte hareket etmesine göz yumma endişesi var. 1908’deki ittihatçı darbenin arefesinde ve sonrasında Prens Sabahattin’in liberal siyaseti ile o dönemin İslamcılarının ittifakına kadar götürebiliriz bu işbirliğini. Kendilerine bir toplumsal karşılık bulamayan liberaller kendi siyasi felsefelerini İslamcılara angaje ederek, kendi tezlerini o kitleler üzerinden gerçekleştirmeye çalıştılar. Liberal tezler, küresel kapitalizmle büyük ölçüde uyuşan tezlerdir. Yerli kaynakların yağmalanmasını ve ABD’nin İslam dünyasına açtığı savaşı desteklenmesini, iktidar sevdasıyla, önemsemedik. İktidar imkânlarına ulaşmayı tatmin edici görmeye başladık.

Demokrasinin bugün iki anlamı var. Hâlihazırdaki siyasî işleyiş şekli olması, bir; liberalizmin tahakkümcü boyutunu eleştiren muhalif tarafı, iki. Bizim için demokrasi önceleri reddedilen bir olguyken daha sonra bizi iktidara ulaştıran bir araç haline geldi. Müslümanlar olarak Allah’ın bizi imtihan olmak üzere halk ettiği şu dünyada evrensel bir iddia sahibi olacaksak bütün bunlar üzerinde kafa yormalıyız. İslamcılığımız kendimizi kurtaracak bir “din” olarak var olmamalı, insanlığı kurtarmak gibi bir amaç taşımak zorundadır. Küçük bir azınlığın refahı uğruna büyük kitlelerin ezildiği bu dünyada küçük hesaplar uğruna yakıcı durumları göz ardı ediyorsak, hakikat uğruna çıktığımız seferi terk etmişiz demektir bu. Kendimizi bir kalkınma ideolojisine kaptırmamalıyız. Müslümanlar olarak refahı, bu dünyada müreffeh olmayı mı hedeflemeyiz? Sorumluluk anlayışımız, özgürlük bilincimiz böyle bir dünya tasarımına mı dayanıyor? Eğer bizim ütopyamız olacaksa bu, Tanrı krallığı gibi bir ütopya olamaz, bu ütopya olsa olsa cennet olabilir. Ama bu bir yeryüzü cenneti mi? Hayır. Kendisiyle eşit olduğumuz yoldaşlarımızla bir dilim ekmeği paylaşmayı mı düşünmekteyiz, yoksa başkalarının sofrasından çalarak müreffeh olmayı mı düşlemekteyiz? Bugün bir kalkınma ideolojisi 1960’lardan itibaren sahip olduğumuz İslamcı iddialarımızın üzerine kapanmış durumda, bir inşaatçı, betonarme zihniyetin esiri olmuş durumdayız.

Liberalizm, kapitalist egemenlerin pazar serbestisine ulaşmak için demokrasileri kullanmasına dönük iktisadi bir felsefedir. Müslümanlar olarak bizler, İbrahim gibi tek kişilik bir millet olup, tek başımıza dünyayla mücadele edebiliriz. Bir takım güç hesaplarına, iktidar hesaplarına takılıp kalmamamız gerekiyor. Kendimize kapitalist işbirlikçiler bulma hesaplarına girmemiz tutarsızlıktır. İktidar mantığına angaje olmanın aklımızı karıştırdığını düşünüyorum. Kendi adıma, kalbi kirlenmiş, düşüncesi bulanmış Müslümanlar yerine fıtrî olan özüne bağlı olan muhalif insanlarla birlikte bir mücadeleye omuz vermeyi tercih ederim. Gücümüz neye yetiyorsa, onu yaparız, güçlü olmamız gerektiği saplantısıyla hareket etmemeliyiz. Komplo teorileri içinden dünyaya bakmamız, iktidar bakışına angaje olmamız her şeyden önce imanî bir şaşkınlığı gösterir. Müslüman olarak ben kendi gücümle sorumluyum, o doğrultuda cehd etmek durumundayım, bu sorumluluk ise bir takım dünyevi iktidarların baskısı altında kalarak yolumu şaşırmam anlamına gelmiyor. O temel ahlakî saflığımızın reflekslerini koruyarak çağımızın karmaşasından akılları kirlenmiş insanların hesaplarının ötesinde, “kral çıplak” diyen bir çocuğun hakikate ait saflığı içinde dünyaya bakabilmeliyiz.

 

Etiket(ler): , , , , , , .Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Bir cevap yazın