“Karım görmesin, diye ağzımın çevresinde biriken kanı yutuyorum ama boşuna, çünkü yüzümün her yerinden ve parmak uçlarımdan durmadan kan sızıyor.
“Tanıyor musun onu?”
“Hayır, tanımıyorum.”
Korkusunu ufacık bir bakışla bile dışa vurmadan söyledi bunu. Onun gibisi az bulunur. Beni hiçbir zaman tanımayacağına dair andına bağlı kaldı.” (Darağacından Notlar/Julius Fućık, s. 28)
*
Önce, Tamer Aslan’ın “İşi Bittiyse Ölmeli İnsan” kitabını okudum. Daha sonra Sevgi Engin’in “Bir Nehir Gibi” kitabını okumak nasip oldu.
İki kitap da cezaevi anılarından, izlenimlerinden oluşuyor. Kitapları okuduğunuzda 90’lı yılların rüzgârına kapılıyorsunuz. Ama sayfaları çevirip Hak davasını hâkim kılmak dışında bir dertleri olmayan bu iki direniş erinin neler yaşadıklarına tanık oldukça içinizi bir hüzün kaplıyor.
“İşi Bittiyse Ölmeli İnsan” kitabında yazar Tamer Aslan’ın kimi özdeyişleri ve alıntıları satır aralarına serpiştirmesi kitaba ayrı bir güzellik katmış. Ruhen güçlü ve kararlı bir dava erinin anılarının etkileyici ve uyandırıcı nitelikte olduğunu söyleyebilirim.
“Bir Nehir Gibi” kitabında Sevgi Engin mücadele süreci içerisinde yaşadıklarını yazmış. Bir aile olarak, sürekli hicret ederek, çocuğuyla doya doya kalamayarak… Kitabı okuduktan sonra “Sevgi Engin’in başka kitapları var mı?” diye aradım ama hak yolda yaşadığı daha başka yiğitliklerini gördüm. Doksanlı yıllar zahmetli ama rahmetli yıllardı.
Kitapları okuduğunuzda pes etmeyen iki dava erinin bir felsefeye, bir hikmete dayanan duruşlarını açık seçik görürsünüz. Muhafazakâr yükselişin önünde duracak kadar sağlam bir set olabilecek bir çizgi… O çizgi niye devam etmedi? Ne oldu? Araştırmacıların ilgisini çeker bir gün umarım.
Her iki kitap da satır aralarında çok şey söylüyor. Kimi zaman ince özeleştirilerle de karşılarsınız ama Hak-bâtıl savaşının sahnelerini daha çok görürsünüz.
“Bir Nehir Gibi” kitabında dağların ülkesine gelin olarak giden Sevgi Engin’in doğudaki kadın anlayışına yakından tanıklık edip bunu kitabına konu edinmesi ayrıca dikkate değerdir.
Müslüman Kürt kadının sorunu orta yerde duruyor. Kadın eksenli birçok çalışma yapılıyor. “Müslüman kadın” bilincini geliştirmeyen bu çalışmalar her ne kadar faydalı gibi gözüküyorsa da bir şeylerin eksik olduğunu zaman içinde anlıyorsunuz. Onca yıldır bu topraklarda mücadele veren kadınların içinde niçin daha çok sayıda aydın, entelektüel düzeyde kadınlar çıkmadı, düşünülmesi gerekmez mi?
Her iki kitabı da okuyup üzerinde düşünmeyi ve müzakere etmeyi öneririm.
Kitapları okuyan her okurun etkileneceği, altını çizecekleri daha farklı cümleler olabilir elbette. Ben de beni etkileyen cümleleri not ettim ve sizinle paylaşmak istedim.
İşi Bittiyse Ölmeli İnsan (Tamer Aslan, Tashih Yayınları – 2018)
– Burada öyle karanlık bir düzen kurulmuştur ki, kimsenin bozmasına izin verilmez. (s. 68)
– … bu teknolojiyi kontrol edenler aynı zamanda düşünceyi, üretimi, politikayı ve toplumsal yaşamı da kontrol edecektir. (Bauman, s. 76)
– Bizim Ankaralı dostumuz cezasını bitirip yıllar sonra demir kapının ardına adım atmıştı. Ziyarete gelince: “O ilk adımlarda ne hissettin?” diye sormuştum. “Tutamadım kendimi, ağaçlara baktım ağladım, çiçeklere baktım ağladım. Çocuklara bakıp ağladım!” demişti. (s. 77)
– Hâli vakti yerinde, 1.95 boyunda aslan gibi bir gençti. Ancak burada genç olmak, güçlü olmak, zengin olmak hiç işe yaramaz. Ruhun güçlü olmalı. Uğruna her şeye katlanacağın bir gâyen veya umudunu diri tutacak bir sevenin, bekleyenin bulunmalı. (s. 80)
– İnsan ilişkilerinin sıfırlandığı, tek sesin duvardan geri dönen kendi sesinin yankısı olan bir yerde yaşamayı Allah kimseye nasip etmesin. İnsanın sosyal yönü yok edilirse geriye insan diye bir şey kalmaz. (s. 81)
– Kaderini sev ki o senin hayatındır.” (Nietzsche, s. 130)
– “Zulüm bir gün yapanın ayağına dolanır.” derler. (s. 139)
– …Yüce Mevla şuur, idrak ve basiret ihsan etsin. Zâlimleşmekten, müstekbirleşmekten, güçlülere kul -köle olarak dünyaya rezil olmaktan ve ahirete azaba çarptırılmaktan Rabbim bizi korusun! (s. 140)
– Bu alçak teknoloji geliştikçe gariplerin sırtına yük, muktedirlerin gücüne güç katıyor. (s. 145)
– Kitaplarla arası iyi olanlar ve sağlam dostluklar kurabilenler daha diri kalabiliyorlar. (s. 149)
– Burada birisini iyi tanımak istiyorsan yol arkadaşlığı değil, koğuş arkadaşlığı yapmak gerekir. İnsanın maskesi düşüyor. Uryan kalıyor koğuşun ortasında. (s.155)
– “Acıyı tanımamış olmak büyük bir acıdır ve en güzel öğütler yaşanmış acılardan çıkar!” (s. 171)
– Eğer burada uyumumuz olmazsa huzur olmazdı. Huzurun olmadığı her yer insana zindandan başka bir şey değildir. (s. 173)
– Kardeş olmak düşman olmaktan daha zor değil. Özellikle tüm zaafların ortaya çıktığı bu “zulümhane”de Müslümanlara düşen birbirlerinin ayıplarını örtmek, açıklarını kapatmaktır. Ancak ne acıdır ki, bugünkü gerçeğimiz Hıristiyan bir din adamının tespit ettiği gibi: “Ancak birbirimizden nefret edecek kadar dindarız; birbirimizi sevecek kadar dindar değiliz.” (s. 196)
– İnsana verilen en büyük ceza özgürlüğünü elinden almaktır. Avrupa cezaevi kurallarının 1. maddesinde “Özgürlüğünden yoksun bırakılan herkese, insan haklarının gerektirdiği gibi saygılı davranılmalıdır.” denilmektedir. (s. 235)
– Voltaire, “Sadece iki günümüz var yaşamak için. Bu günleri de aşağılık heriflerin önünde diz çökerek geçirmeye değmez.” der. (s. 236)
– Daha fazla tahakküm için zâlimleşenler ancak zavallıdır. Zorbalıkla fikir değiştiren, baskılarla yolunu değiştiren çıkmaz. Herman Hesse’nin bir kitabında dediği gibi: “Yumuşak, sertten güçlüdür, su kayadan güçlü, sevgi zorbalıktan güçlüdür.” her şeyin üstünde güç ve kudret ise Allah’ındır. (s. 236)
– “Yarım kalan sevinç sırtımıza saplanan bıçak gibidir.” (F. Amiel)
– “Mapushane aslanı çakala boğdurur.” derler. Her şeyi duyan ve bilen Yüce Allah’ım, sen, sen şahid ol! Kendimizi çakallara teslim etmedik. (s. 252)
– “İnsan onca hatırayı tek başına nasıl taşır?” (Ali Ayçil)
Bir Nehir Gibi Sevgi Engin (2. Baskı, Tashih Yayınları – 2019)
– “Bir noktadan sonra artık geriye dönüş yoktur. İşte varılması gereken yer o noktadır.” (Kafka)
– İşkenceciler her zaman hakaret ile başlarlar. Bu öncelikle psikolojik çökertme, direnç yollarını kapalı tutmak içindir ve hakaretler kadına işlemez. O biliyordur, kendi namusundan, şerefinden, İslami kimliğinden, onurundan emindir. Bir namussuzluk, şerefsizlik varsa -ki polisler bunu söylemektedirler- bu yapanlara aittir, zorbaların elindeki nesneye değil. (s. 239
– Bir başka insanın sorumluluğunu kuşanmak ne zordur. (s. 27)
– Sonra bir başka gencin karşısına çıkartılıyor Kadın.
– Tekbir getiriyor genç.
– Tebessüm ediyor Kadın. Sanki işkencehanede değil, kalabalık bir bulvarda yürürken karşılaşmışlar gibi.
– İşkencehanede de olsa, bir Müslümanla karşılaşmanın güzel olduğunu fark ediyor.
– Müslümanların nasıl temiz, zorbaların da nasıl necis olduğunu burada ayrımsadığından.
– İyiler ve kötüler değil, müşrikler ve müminler de değil temizler ve necisler arasındaki ayırımın böylesine keskin oluşundan.
– Ona yapacağınız şeyin iki katını bana yapın diyor genç. (s.30-31)
….
Hem korkuyorum. Hem de gurur duyuyorum.
Ben kitaplarda okurdum, işkence yiğitlerini
Şimdi burada… Gurur duyuyorum. (s.31)
– İnsanlar bir şeyi çok istediğinde Rabbi ona yardım ediyor ve dileğini gerçek kılıyor. Ya da belki insan öyle çok isteyince isteğine götürecek yolda daha güçlü ilerliyor. (s. 42)
– Öğretmenlerimle tanıştım. Evlerine gittim. Eşleriyle konuştum. İtiraf etmeli. Karşımda yalnızca öğretmenler buldum. İnançlarıyla kararlı diriliş erleri değil. (s. 65)
– O günler okuma oranlarının Müslümanlardaki yüksekliğini gösteren istatistiklerle doluydu. En çok Müslümanlar okuyordu, Müslümanlar içinde en çok doğudakiler. (s. 82)
– … İnançlı, eğitimli, mücadeleci… Mümkünse mutlaka çarçaflı. (s. 83)
– Gideceğiz dağınık saçlı çocuğun doğduğu isyan kentine.
Dağlar ülkesinden geliyor o. Dağlarında kışların ve savaşların hüküm sürdüğü ülkeden geliyor. İsyanın kentinden. Hem inancı var yüreğinde, hem de atalarının savaşçılığı… (s. 91)
– Kütüphaneye gidip saatlerce orada çalışıyorum, dağlar ülkesinin isyanlarını derliyorum. Oraya gitmeden önce onları tanımak istiyorum. Ama tanırken de bu mazlum halkı öylesine seviyorum ki… (s. 95)
– İsmail Beşikçi yargılanıyor. Sol entelijansiya ona destek için mahkeme salonuna akın ediyor. Siyahlı kız bir köşede duruyor. Bir haksızlık olduğuna inanıyor. İşte o haksızlığa karşı çıkmak için burada. Yalnız başına. (s. 97)
– Her gün sabah Kürt çocukları “Ne mutlu Türk’üm Diyene!” andıyla derslere giriyorlar, ama Türk olmadıklarından bir türlü mutlu da olamıyorlar. (s. 101)
– Cezaevleri muhalif olmanın olmazsa olmaz uğranılan mekanları. Muhalefetinle, muhalefetteki gücünle doğru orantılı olarak kaleleriniz de olabilir oralar sizin, kuş uçmaz, kervan geçmez mekanlar da. Şimdiye değin, Müslümanların ipi göğüslemeyi hep başkalarına bırakmalarından Müslümanlar cezaevine girince “sağcılar” olarak kaldı isimler. (s. 104)
– Çarşı erkek demek burada.
Erkekler çarşıya çıkar. Her yaş grubundan, her meslek grubundan erkek için çarşı bir buluşma noktasıdır, iş yerleridir, erkeklerine has kılınmış bir ayrıcalık, bazen de bir sorumluluktur. Bu yüzden işte bütün kadınlar gururla uğurlarlar erkeklerini çarşıya. (s. 113)
– Yaşadığımız kentin doğal bir parçası gibi görüyoruz evimizin önünde bekleyen beyaz Renault’u. Artık o bir simge. (s. 114)
– … Ne mutlu diyorum sevdalılara! Sabredenlere! Hele bu da İslam için olursa. Sabır nedir? Sabır, direniştir. Savaşmaktır. Meydanlardan kaçmamaktır. (s. 128)
– Allah’ı yaşamından soyutlayan insanın yaşadığı güzellikler nelerdir, diye soracak olsanız, henüz böyle bir güzellikle karşılaşmadığımı söyleyebilirim ancak. (s.156)
– Marşlarla birlikte okuyor Kadın bu mektupları. (s. 160)
– Mü’minler ilahi sorumluluklarını ifaya çalışırken, bedel ödemeyi göze almalıdırlar. Zindanlar, zâlimlerin rahat uyumak, saltanatlarını sürdürmek için düşmanlarını özgürlüklerinden yoksun bırakmak için kullandıkları mahallerdir. Bu nedenle salt zindanlar tercih edilemezler. Çünkü orada esaret vardır. Zaten Yusuf da zindan arkadaşlarına “Efendinin katında beni hatırla” (12/41-42) demek suretiyle zindandan çıkışı arzulamıyor muydu?” (s. 161)
– Ey dost! Güzel dost! Şerefli dost! Biz özgürlük mahkûmlarıyız. Baskının, zorbalığın, isyanın olduğu yerde biz boyun eğici olamayız. Zulmü kaldırmak, itaati, kulluğu gerçekleştirmek zorundayız. Çünkü hayatın, varlığın anlamı Allah iledir. Onsuz yaşam, saçma ve yaşanılmaya her an tahammül edilemeyecek kadar bayağı… Allah hayatın tüm detaylarında kendisinin tek belirleyiciliğini istiyor. Ve bu biz bunu yaşamak zorundayız. (s.163)
-“Koşulları sorgulayalım, sonra da neden içeride bulunduklarını sorgulayalım.” S.184
– İşkencelerden sonra cezaevi, Kadın’ın o güne kadar söylediği bütün sözlerin sağlamasını yaptığı, arındığı, eğitildiği, iç dünyasını zenginleştirdiği ve Kadın’ı Allah’a biraz daha yaklaştıran bir yer oldu. (s. 185)
-Kadın hep korkuyor.
Trafik polisinin arabasının karşıdan geldiğini gördüğünde yüzü sararıyor birden. (s. 191)
– Sokaklara çıktım. Önümde yürüyen genç kızı yalnız bir eşarp, bir pardösü olarak tanımladım. Hayır, yüzü yoktu. Varsa da benim dünyamda yüzü, kimliği, yeri yoktu onun. Çünkü onun dünyasında benim yerim yoktu. (s. 209)
– “Yaşam, salt hayatta kalabilmek midir?” diye soruyorum çoğu kez. Zombilerle iç içe yaşadığımı dehşetle fark ediyorum o zaman. Yaşamadıklarını, ölmüş olduklarını fark etmeyen zombiler… Üretmeyen, düşünmeyen, daha kötüsü akletmeyen. (s. 211)
– Mutluluklarımı gençler gibi gelecek üzerinde değil, hatıralarımla yaşamaya çalışıyorum. (s. 216)
– Hayatı paylaşıyoruz. Erkekler ve kadınlar olarak ikiye ayrılıyoruz. Günlerimizi kendi cinsimizden olan arkadaşlarımızla geçiriyoruz.
Erkekler hep odalarına çekiliyorlar, biz hep mutfakta kalıyoruz.
Onlar bize hiç söylemeden her şeyi biliyoruz. Hem böyle odalarına çekilmelerinin, sükutlarının şifresini artık çözdüğümüzden, hem de hayatımıza şahitlik ettiğimizden.
Nereye kadar böyle izole edilmiş hayatlarda dolanacağımızı, nereye kadar evlerimizi, düşlerimizi, hayatlarımızı peşimizden gelen, eli silahlı adamlara kaptıracağımızı bilemediğimizden… (s. 219)
– Her bahar, ülkesine dönüyor kadın.
Sessizce.
Her bahar başka bir köşesinden başlıyor ziyaretlerine.
Başka bir boyuttan. Başka bir formdan. (s. 24)
*
“Gerçek hayatta seyirci yoktur. Hayata hepiniz katılırsınız.” (Julius Fućık)