Bir çok ülkeden daha fazla milyonerin, nüfusu bir milyonu geçen çok sayıda şehrin daha fazla sayıda gökdelenin bulunduğu ve çağın en önemli sorunlarının merkezinde duran Çin’in yirmi birinci yüzyılda oynayacağı rol tüm dünyanın merakını cezbediyor. Büyük ve tehdit edici bir ekonomik güç olarak kazanacağı siyasi manevra alanı diğer ülkelerde tedirginlik uyandırıyor. Atmosfere çoğu ülkeden daha fazla sera gazı salan, elinde devasa miktarda ABD hazine tahvili tutan, önde gelen marketlerin raflarında ürünle boy gösteren, atom bombasına sahip olan ve aynı zamanda nükleer teknoloji konusundaki çalışmaları nedeniyle Kuzey Kore ile özel ilişkileri olan hasılı; karmaşıklığı ve küresel ilişkilerde oynadığı önemli role karşın Çin hakkında bilinenler çeşitli anekdotlar ve kalıplardan oluşuyor; binlerce yıllık bir kültür, zengin bir tarih, bunların şekillendirdiği gelenekler ve bu geleneklerin geçirdiği dönüşüm anlaşılmadan Çin’i “bilmek” mümkün değil.
Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda bugünün Çin’i hakkında bilgi sunacak kitaplara duyulan ihtiyaç yadsınamaz. Jeffrey N. Wasserstrom, 21. Yüzyılda Çin: Çin Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey başlıklı kitabında bu “ayrıntı”ları ele alıyor. Her ne kadar Çin’i Angolofon dünyaya özellikle Amerika’ya tanıtmak amacı baskın olsa da çalışma felsefecilerden devrimcilere, siyasetten kültüre, diplomasiden ekonomiye çeşitli ufukları tararken, olabildiğince yalın bir şekilde kapsamlı bir anlatım sunuyor. Konfüçyüs’ü de Mao’yu da, Tibet sorununu da Yasak Kent’i de aynı hassasiyetle ele alıyor. Çin İmparatorluğu’ndan Çin Halk Cumhuriyeti’ne, “Asya’nın hasta adamı”ndan süper güç olma yolunda ilerleyen Çin ekonomisine kadar zengin bir alanı gözler önüne seriyor. Bununla birlikte kitabın ansiklopedik bir kaynak olma iddiası taşımadığını belirtelim. Gerek tarihsel mirasla ilgili bölümlerde gerekse bugün yaşanan ihtilaf ve gelecek çatışmalarını yorumlayarak Çin hakkında okura net bir resim sunmayı başarıyor. Kitabının amacını, kapalı kutu şeklindeki bu ülkeyle ilgili tartışmaların normalleşmesine katkıda bulunmak olarak belirleyen Jeffrey N. Wasserstrom çok karmaşıkta olsa bu ülkenin niteliğine dair derli toplu bir tasvir sunuyor. Sadece geçmişin çelişkili mirasını sunmayı değil bugünün çelişkileri üzerinde bir gelecek okuması yapmayı da öne alıyor. Bunu yaparken eksik bıraktığı noktalar da yok değil. Sözgelimi Çin Halk Cumhuriyetinde doksanlı yıllardan itibaren hızla değişen özgül bir toplumsal ve siyasal ortamın meydana getirdiği sorunlarla yüz yüze olan entelektüel manzarasının karmaşık bileşimi konusunda hiçbir şeyin bulunmayışı önemli bir eksiklik.
KONFÜÇYÜS’ÇÜ KOMÜNİST KAPİTALİZM
Bugünün Çin’ini anlamak için, bu ülkenin çağdaş gelişmelerle doğrudan ilgili olan tarihsel mirasına dair bir şeyler de bilmek gerekir. Gelişmelerin, kimi bu süreçlerin bir teamül oluşturmasından, kimi zaman mevcut liderlerin bu süreçlerden bir kopuşu temsil etmelerinden ya da bu süreçleri daha da ileriye götürmelerinden kaynaklanıp kaynaklanmadığının tespiti bakımından tarihsel miras önemlidir. Wasserstrom kitabın ilk üç bölümünde tüm hanedanlara yorucu ve kafa karıştırıcı bir seyahat yapmak yerine, aydınlatıcı/ seçici bir biçimde Çin’in 2000 yıllık tarihine ve Konfüçyüs’ten Mao’ya uzanan sürece değinmekte. Çin’in belli başlı ilk felsefe okulları anlatılırken bugünün Çinli yöneticilerinin Çin’i “Konfüçyüsçü”; komünizmle Konfüçyüsçülüğü de birbirinin tamamlayıcısı olarak sunmaya çalışmalarından dolayı, Konfüçyüs’ün fikirlerine özellikle yer verilmekte. Bu noktada Max Weber’in Konfüçyüs öğretisinin Çin’in ekonomik gelişmesini engellediğini düşünmesini son yıllardaki gelişmelerle birlikte okuyarak eleştirmektedir. Kapitalizmin yenilik ve dönüşüm arzusunu sağlayacak tüccarların Konfüçyüs öğretisinde dışlanmış olmasından hareket eden bu yaklaşımın iki noktada sıkıntılı olduğunu belirtmektedir: İlk olarak 1750’lerde Çin’in ekonomik açıdan en canlı bölgeleri Avrupa’nın Protestan bölgelerinden aşağı kalmayacak düzeydeydi. Refahın ve ticaretin gelişimi yahut duraklaması felsefi kanaatlerden ziyade Batı ile Çin arasında başka etkenlerden kaynaklı “büyük sapma”nın meydana gelmesi ve makasın açılmasıdır. Doğal kaynakların dağılımı ve emperyalizmin aldığı çeşitli formlarla Batı denizaşırı bölgelere ilerlerken Çin sadece iç bölgelere yayılabilmiştir. Diğer yandan son yıllarda Çin gibi Konfüçyüs öğretisinden ciddi oranda etkilenen Doğu Asya ülkelerinin hızla kalkınması Weberyen tezleri geçersiz kılmıştır. Hele bugünün Çin’inin hem Konfüçyüs’e değer atfetmesi hem de büyük ekonomik gelişme göstermesi Weberci kavramsal tabuta bir çivi daha çakılması anlamına gelmektedir.
Ayrıca, otoriteryanizmle çok uyumlu olduğu söylenen Çin’de “demokratik” geleneklerin çok eski dönemlerden beri var olduğu, Batı’dan ithal edilen yeni uygulamalar olmadığı hususu da yine ilk bölümde işlenen konular arasında. Konfüçyüsçülük’teki hiyerarşik itaat ile Legalizm’deki sert cezaların Çin’i otoriter olarak nitelemenin görünür sebepleri arasında olmasına rağmen Çin’in farklı entelektüel gelenekleri onu sadece otoriter olarak tanımlamanın yanlış olduğunu belirtir. Taocu metinler halka hiyerarşik ilişkilere şüphe ile bakar, hükümdarların konumunu sorgular. Halkın taleplerini dikkate almayan hükümdarların tanrı tarafından cezalandırılacağı yönündeki düşüncelerin de demokratik nosyon olarak algılanabileceğini belirten Wasserstrom, demokrasiyi seçimle özdeşleştiren Batı’da ve diğer ülkelerde yaşayanlar için bu argümanın demokrasi anlamına gelmeyebileceğini ama bir tür demokrasi duygusunun önemli bir ifadesi olduğu kanaatindedir.
Demokrasi meselesini Konfüçyüs’ten bugüne uzanacak biçimde şöyle özetler: “Nasıl hükümetin Konfüçyüsçülüğü desteklemesi bir 21. yüzyıl misyonunu gerçekleştirmek için eski bir fikrin yeniden canlandırılmasını ifade ediyorsa, eleştirel entelektüellerin mevcut rejimi ahlaken iflas etmiş gibi sunma ve halk adına değişim çağrısında bulunma çabaları da başka bir eski fikrin yeniden uyanışını simgelemektedir.Hem mevcut düzenin muhalifleri hem de Çin’deki idare biçiminin değişmesi için mücadele edenler ülkenin çok yönlü entelektüel ve siyasi geleneklerinden yararlanabilirler.”
KAPİTALİZM VE BATILILAŞMA
Daha sonra uhrevi ve dünyevi dinamiklere dayanan imparatorluk yönetimine meşruiyet kazandıran “Tanrı Krallığı” gibi kavramlar da dâhil olmak üzere başlıca siyasi yapı ve fikirlere değinilmekte. Ayrıca, İ.Ö 3. yüzyıldan 1912 yılına kadar birbiri ardı sıra Çin’de iktidara gelen hanedanlıkların benzerlik ve farklılıkları bu bölümde ele alınmakta. Çin’in Batılılar tarafından hoşnutsuzluk kaynağı olarak görülmesinin neticesi olan Afyon Savaşı’na da değinmekte. 1800’lü yıllarda İngilizlerin Çin’de yetişen çaya bağımlılıkları artmıştı. Ama Çinlilerin satın alabilecekleri bir ürün bulmakta da zorluk çekiyorlardı. Batı’daki gümüşün Çin’e akmasına engel olmak isteyen İngiliz tüccarlar Çin’de afyon pazarlamaya çalıştı. Hanedanlık yönetimi afyon alım satımını engellemek için katı kurallar koysa da Batılı tüccarlar bir yolunu bulup Çin’e afyon sokmayı başardılar. Sonunda 1839’da yapılan savaşta Çin ordusu yenildi. Çin’deki hanedanlığın otoritesini de sarsan bu savaş sonunda İngiltere çok güçlü ticari ayrıcalıklar elde eden bir anlaşma ile Çin’i bağımlı kıldı. Afyon savaşına kadar ülkeyi yöneten Qing hanedanlığı dünya üzerindeki en güçlü imparatorluğu yönettiğini düşünüyordu. Daha sonra Japonya ile yapılan savaşın kaybedilmesi Çin’in bölgesel bir güç bile olmadığını ortaya koydu. Yenilgiler üst üste gelince Çinli entelektüellerin Batılı fikir ve kurumların artık Çin’e uyarlanması gerektiği çağrısı gündeme geldi. Çin’i Japonya karşısında güçlü kılacağı düşünülen reform çabaları imparator nezdinde karşılık buldu ve “100 Gün Reformları” diye bilinen kurumsal düzenlemeler yapılmaya başlandı. Bu noktada Osmanlı Devleti’nin 1838’de İngiltere ile Baltalimanı’nda imzaladığı ticaret antlaşmasının aynı döneme denk gelmesi ve ardından gelen Batılılaşma politikaları üzerinden Çin’le karşılaştırılması oldukça yararlı olabilir.
Reform süreci başlayınca Konfüçyüs öğretisini sahiplenen çevrelerde Batı ve Japonya’nın silahlı güçlerinin sütün olabileceği ama Çin kurumlarının ve bunların köklerini oluşturan değerlerin sağlam olduğun dile getirilmeye başlandı. Ardından meydana gelen Boxer Ayaklanması Çin’in kendi kimliğine dönmesi gerektiği yönünde bir uyarı olarak görüldü. Ülkede yaşanan bütün felaketlerin sorumlusu olarak gördükleri Hıristiyanlığı Çin’den silmek amaçlı olan bu isyanı organize eden Boxerlar ibadet ve eğitim sayesinde kendilerini kurşun geçirmez kılabileceklerini ve Batılı güçleri her yerde yenebileceklerini düşünüyorlardı.Bu tartışmalar da Osmanlı modernleşmesindeki din-terakki tartışmalarına çok benziyor.
MAO’NUN KÜLTÜR SİYASETİ
Kitabın bu kısmı, 1912’den Mao’nun ölümüne kadar geçen dönemde ülkeyi dönüştüren olay ve kişilerin incelendiği “Devrimler ve Devrimciler” bölümüyle devam etmekte ve bu kısım Mao’nun ölümünden sonra kalan mirasın incelendiği ve 1976’dan bu yana Çin Halk Cumhuriyeti’nde eski liderlere karşı çeşitli bakış ve davranış biçimlerinin vurgulandığı bölümle sona ermekte. Bu bölümde Çin’in imparatorluk sonrası süreci, milliyetçiler, komünistler, ittifaklar, kültür siyasetleri ayrıntılı olarak işlenmektedir. Başlangıçtan itibaren geri kalmış bir ülkede sanayileşmeyi ve kalkınmayı sağladığı için her zaman önemsenen Rus Devrimi Çin üzerinde etkili olmuştur. Çinli entelektüel Qian Liqun’un “bitirilmesi zor, ama çöpe atılması da imkânsız bir meyve” olarak andığı Mao, 1950’lerin sonundan itibaren devrimcilikten revizyonizme kaydığı için Sovyetler Birliği’ni eleştiren yazılar kaleme aldı. Bu aslında iki ülke arasında yaşanan güç savaşından kaynaklanan bir tür liderlik sorunuydu. Bundan dolayı Mao, köylü sınıfındaki devrimci potansiyeli önemsediği ve emperyalizm karşıtı eyleme vurgu yaparak Çin’in komünizm pratiğinin gelişmiş ülkelerdeki devrimciler için Sovyetlerden daha iyi bir model olduğunu ısrarla savunmuştur. Bu düşüncelerin etkisiyle takipçilerine ve dünyaya Çin’in Sovyetlerin payandası olmadan da ayakta kalabileceğini ispatlamak için giriştiği atılım projesi tam bir felaketle sonuçlandı. Endüstriyel üretim artmadığı gibi epey insanda yaşamını yitirdi bu dönemde. Yaşanan felaketin ardından Mao, geçici olarak Çin’in başat lideri olma konumunu yitirerek yerini daha az ütopik olan Deng Xiaoping’e bıraktı. Marksizm’in Çin’deki en etkili yorumcusu Mao’nun bir süre sonra tekrar parti bürokrasisinin başına geçmek amacıyla yetmişli yıllarda uyguladığı kültür siyaseti Çin’de önemli kırılmaları da beraberinde getirmiştir. Ütopik hayallerinin karabasana dönüştüğü bu yıllar tam anlamıyla bir tasfiye hareketi olmuştur. Eserleri ahlaki saflığın örneği mutlak buruklar olarak algılanan Mao’nun Kızıl Muhafızları onun öğretilerini yaymak ve devrimci tecrübelerini paylaşmak için bütün Çin’i dolaştılar.
Wasserstrom, aşırı devrimci olma hayali ile yola çıkan fakat gerçekte devrimi tehlikeye düşüren abartılı bir solculuğu benimseyen bu hareket mensuplarının yapmış olduğu eylemleri şöyle özetler: ” Kültür Devrimi, sokak çatışmalarının ve kırsalda şiddetin kol gezdiği, ya itibarların zedelendiği ya da uğradıkları tacizin şiddetine dayanamadığı için intihar etmekten başka bir çıkar yolu kalmayan birçok masum insanın mağdur edildiği bir dönemdi.” Kültür devriminin radikal günleri de Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarında uygulanan kültür siyaseti ile karşılaştırılabilir. Zaten bugün Maocuların kahir ekserisin Kemalist olması da bunun bir doğrulaması olarak ortadadır.
ÇİN’İ EGZOTİKLEŞTİRME TEHLİKESİ
Ütopyadan reel olana dönen Çin’in günümüzdeki mevcut melez ekonomik ve siyasi sistemi basit kategorileştirmelerin dışına çıkmakta Mao sonrası ve daha büyük ölçüde Tiananmen sonrasında girdiği yörünge oldukça farklılaşmaktadır. Yönetimde bulunan Çin Komünist Partisi, ortaya koyduğu melez ekonomik modeli ile hem yirminci yüzyıl sonunda çöken sosyalist rejimlerden hem de güçsüz ekonomisiyle var olmaya çalışan Kuzey Kore, Küba, Vietnam gibi sosyalist sistemlerden ayrılmaktadır. Çin’i farklı kılan bu durumu nitelemek için yeni kavramların oluşturulmuş olduğunu da hatırlamak gerekmekte. Örneğin Nicholas Kristof bu durum için “Piyasa Leninizm’i” diye bir tabir kullanmış bazı siyaset bilimciler ise “Çin modeli kapitalizm”den söz etmişlerdir.
Siyaset bilimi bakımından işlevsel olabilecek olan bu tabirlerin Çin’in egzotikliğini abartma gibi bir tehlikeyi de içinde barındırdığının altını çizen Wasserstrom, bazı açılardan Çin’in içine girdiği durumu nev-i şahsına münhasır olarak görmek mümkün olsa da, başka açılardan diğer ülkelerde meydana gelen kimi gelişmelerle koşutluk arz etmekte olduğunu düşünür. Çin’in diğer ülkelerle benzerlik ve farklılıklarını belirlerken bir çok fenomenden yararlanılabileceğini belirten yazar Çin’i ekonomik politikaları, siyasi geçmişi, bakımından Hindistan’la, internet politikaları açısından da İran’la karşılaştırır. Onu yeryüzündeki başka ülkelerden ayıran ve diğerleriyle benzer kılan özellikleri dengeli bir biçimde gözler önüne sererek somut bir ülke imgesi oluşturmaya çalışır.
Wasserstrom, ABD’de egemen olan Çin’i bazı durumlar için uygun olsa da, George Orwell’in 1984 romanındaki “Big Brother” ülkesi olarak görmenin mümkün olup olmadığını da sorgular. Orwell’in Eton’dan hocası olan Aldous Huxley’in 1932 tarihli Cesur Yeni Dünya romanı üzerinden gerçekleştirdiği bu sorgulama sonucunda Çin’in insanları hizaya getirmek için korkunun rolünü vurgulayan Orwell ile ihtiyaç ve arzuların yaratılıp yönlendirilmesini esas alan Huxley’in birleşimi olduğunu düşünür: “Çin’e ilişkin tartışmalarda Orwell’in sert, Huxley’in yumuşak otoriterlik görüşlerini birleştirmek, dikkate almaya değer maddi bir boyut sağlar. Çin siyasi sistemi asla durağan bir sitem olmamış, devlet yönetimine ilişkin stratejiler sürekli değişmiştir. Çinli yazarların gevşeme ve sıkma dönemleri olarak tabir ettikleri farklı dönemler hep olagelmiştir. Kitlesel kampanyalar aracılığıyla yoğun seferberlik dönemi niteliğindeki Mao yılları ve sonrasında gelen görece sükunet dönemleri bu değişimi yansıtır.”
Çin hakkındaki tartışmalar her zaman hep ikili zıtlıklar taşımıştır. Çin’in otoriterlikten demokrasiye yumuşak geçiş yaşayacağını öne sürme ile ülkedeki rejimin çökeceğini iddia eden yaklaşımlar bunun güncel bir başka örneği. Çin’deki mevcut sistemin kendini belli durumlara kolaylıkla uyarlayabilen değişkenliğinden kaynaklanan ve uyarlanabilir otoriterlik olarak adlandırılan bir durum söz konusudur. Çok erken bir tarihte Mao’nun 1927 tarihli köylü hareketi raporunda köylülerin karşısına onları fıtratları gereği gerici gören bir öğretmen olarak çıkmaktansa, köylülerin kullandığı taktiklerden bir şeyler öğrenmeyi salık vermesi onun Leninist görüşlere mesafeli olduğunun erken bir göstergesidir. Maoculuğun yükselişte olduğu yıllarda ise kötü sınıf kategorisinin kan bağıyla aktarılabileceği düşünüldü. Bu iki durum ve daha pek çok durum Çin Komünist Partisinin iyi ya da kötü her türlü deneyi yapmaya hazır olduğunu göstermiştir. ÇKP’yi eleştiren liberallerin ve yeni sol entelektüellerin de şimdilik herhangi bir etki oluşturması mümkün gözükmemekte. Çünkü liberaller siyasal sitemde reform isterken yeni sol entelektüeller piyasa sistemini eleştirmeye yoğunlaşmıştır. İki esas farklılığın bir ittifakının mümkün olması ÇKP’yi rakipsiz kılmaktadır. Doksanlı yıllardan bu yana küresel piyasaya dâhil olan ÇKP’yi demokrasi ve toplumsal adalet konularında en fazla eleştiren yeni soldur.
Liberallerin siyasal alan ile iktisadi alan arasında yapmaya çalıştığı ayrımın ötesine geçerek işleyen bir kapitalizm oluşturmuştur. Bunu da iki alan arasında ayrım yapmayı dışlayıp, birinin ya da diğerinin daha belirleyici olduğunu söylemenin mümkün olmadığının pratiği ile göstermiştir. O bakımdan ÇKP her duruma kolaylıkla uyarlanabilir kalkınmacı yolu seçen sert yumuşak bir yapıdır. Düşüncelere yön veren kalkınma fetişizmi, neoliberal teleolojilerin körüklediği küresel kapitalizme baş döndürücü bir hızla bütünleşme ve eklemlenme süreci ve yapısal değişimler bakımından ÇKP bazı açılardan da AKP’ye benziyor denilse yeridir.
Çin hem imparatorluk döneminde yaşadıkları hem Mao döneminde hem de bugün yaşadıkları bakımından fena halde Türkiye’ye benziyor. Hasta adamlıktan kalkınmacılığa uzanan bu seyir önemli kıyasları mümkün kılmakta… Süreklilikle radikal siyasi değişimi birbirinden ayırmamak en iyisi… Zaten şu an bir yandan Konfüçyüs’e saygıyı yücelten diğer yandan özel mülkiyeti sınırlamak yerine genişletmeyi içeren Çin tipi sosyalizm uygulaması bu uyarlanma kabiliyetinin neticesidir.
Velhasıl çok ülke olsa da tek yoldan gitmeye eğilimli bir dünyadayız.
Jeffrey N. Wasserstrom, 21. Yüzyılda Çin: Çin Hakkında Bilmek İstediğiniz Her Şey Çeviren: Hür Güldü,İletişim Yayınları, 198 sayfa.
Valla şu videodaki abiye bakılırsa, 2020’de dünyanın en büyük gücü olacak.
http://www.ted.com/talks/lang/eng/martin_jacques_understanding_the_rise_of_china.html
(subtitle’dan türkçe altyazı seçilebiliyor.)