Böylece “ emperyalizm” dediğimiz şey; yani savunmasız (geri!) durumdaki ülkelerin kaynaklarını sömürmek ve bunu kendilerinin en doğal hakkı olarak görmek, bir kalkınma- ilerleme tarzı olarak meşrulaştırıldı.
1. ve 2. Dünya savaşları batılı ülkelerin bu yağma sofrası üzerindeki dalaşmalarıydı.
Osmanlı bakiyesi Kemalist cumhuriyet, bu yıllarda var olma kavgası verdiğinden, yağmadan pay alamadı.
Ancak devletin içindeki şahin kanatın emperyal talepler üzerinden sürekli gündem oluşturma çabalarına şahit olundu.
80 yıllık tarihimizde Musul-Kerkük üzerinden, Kıbrıs , Batı Trakya ve hatta Suriye üzerinden bu hayıflanmaların yankılarını okuyabiliriz.
80’li yıllarda Özal’la birlikte Türkiye, ekonomisini dışa, uluslar arası sermayeye açtı.
Dünya sermayesine entegrasyon süreci, pazar ekonomisi ülkelerinden oluşan G-20′lere üyelik ve bunun paralelinde gelişen Avrupa Birliği üyeliği süreciyle beraber Türkiye’yi NATO ittifakının yeni ekonomi-politik çerçevesine oturttu.
Özal “Devlet”i bu yeni “konjonktür”e uygun hale getirme, revize etme sadedinde “Çin’den Adriyatik’e büyük Türkiye” gibi bir stratejik hedef belirlemişti.
Bu yeni vizyona göre Türkiye büyük bir devletti, ancak hak ettiği yerde değildi.
Bu söylemin peşi sıra 90’lar, Türkiye’nin yeni “Türki cumhuriyetler”e “ağabeylik” yapma adı altında bölgeye nüfus etme çabalarıyla geçti.
Bu ABD’nin bölgeye girerek Rusya’yı çember altına alma ve İran’ın aynı bölgeye sızmasını engelleme siyaseti ile telif edilerek “milli strateji”miz haline dönüştü.
Aynı yıllarda “Vahhabi ve Şia tehlikesi”ne karşı “Türk İslamı”nın bayraktarlığı misyonunu üstlenmiş Gülen okullarının bu siyaseti takviye sadedinde Türki cumhuriyetlerinde pıtrak gibi açıldığına şahit olduk.
İçeride “hizmet” olarak pazarlanan bu faaliyetlerin büyük fotoğrafa bakıldığında kime hizmet ettiği bugün çok daha nettir.
* * *
Neticede 80’lerin ikinci yarısından itibaren devlet içinde Türkiye Cumhuriyetinin emperyal bir misyonu olduğunu düşünen ekiplerin güçlenmeye başladığı yıllar oldu.
Özal , 1. Körfez istilası sırasında bu stratejiden hareketle ABD ile beraber Irak’a girilmesi “ bir koyup üç al”ınması için büyük çaba sarf etmiş ve bunun arkasına sağcı muhafazakar camiayı yığmayı da başarmıştı.
Irak’a girilmek istenmesinin iki hedefi vardı; öncelikle “Kürt sorunu”nu sınırların dışına taşımak ikincisi ise Musul–Kerkük üzerinden bölgenin petrol havzasına sokulabilmek…
Devletin Özal eliyle kotarmaya çalıştığı bu işgal planı o dönemde İslami camiada da geniş olarak tartışılmış ve ciddi kırılmalara yol açmıştı.
Ayrıca bu cüretkâr plan, devlet iradesini oluşturan kesimler arasında da bir çatlak oluşturmuş ve görüş ayrılığı dönemin Genelkurmay Başkanı’nın istifası ile sonuçlanmıştı.
Neticede Özal, Irak’a asker göndermeyi başaramamış ve ekonomik ambargo uygulayarak ABD’nin yanında yer aldığını göstermekle yetinmek zorunda kalmış, Kürt meselesini ise PKK’ya karşı Barzani- Talabani ittifakı (!) üzerinden çözmeye yoluna gitmişti
İkinci körfez istilası sırasında ise bu kez Özal’ın takipçisi olan Tayyip Erdoğan, ABD ile birlikte- Irak’a asker göndermek için gecesini gündüzüne katmış ancak muvaffak olamamıştı.
Hatırlanacağı üzere asker topu Hükümet’e atmış, Hükümet ise -“tezkereye evet” oyları sayısal olarak çok çıkmasına rağmen- gerekli çoğunluğu Meclis’ten geçirememişti.
Tezkerenin Meclis’te takılmasında özellikle İslami ve sol kamuoyunun aylar süren “Irak İşgaline Hayır” mücadelesinin çok önemli bir payı vardır.
Ki hatırlanacağı üzere o zaman “işgale hayır” diyenler “ Saddam’ın zulmüne evet” demiyorlardı.
İktidarının ilk yılı içinde İslami camiayı henüz konsolide edememiş AKP – aslında devletin şahin kanadı- bu “emperyal” teşebbüsünde bir kez daha başarısız olmuştu, dahası bu “beceriksizliği” yüzünden ABD’yi de oldukça kızdırmıştı.
* * *
Ve yıl 2012.
Artık daha güçlü bir AKP iktidarındayız ve komşulara (yer bu kez yer Irak değil Suriye) ABD ile beraber asker çıkarmak konusunda önümüzde hiçbir engel yok.
Öncelikle ordu ile hükümet arasında tam bir uzlaşma sağlanmış durumda.
Yani devlet katında bir çatlak, bir ihtilaf kalmadı.
Ordunun ve siyasetin “yeni Osmanlı”cı unsurları aynı zamanda yeni bir iktidar bloğu oluşturdular.
İkincisi ise İslami camiada da tam bir uzlaşma hakim.
AKP’nin elinin altında “Türk okulları”nın yurtdışındaki misyonunu, içerde kotarmaya çalışan, kıvama gelmiş dindar bir kitle var.
10 sene içinde ortaya çıkan değişim gerçekten başdöndürücü… Mesela artık kimse “işgale hayır” demiyor! Tam tersine Suriye’ye ne zaman müdahale edileceğine ilişkin canhıraş feryatlar var.
Oysa ortada tartışılmayacak net bir durum var; ABD gözüne kestirdiği İran’dan önce Suriye’deki rejiminin ne pahasına olursa olsun değişmesini istiyor ve Türkiye de kendi hissesine düşecek payı bu kez kaptırmamak azminde.
Hükümet, ikinci olarak, Türkiye’deki kürt siyasetini ne pahasına olursa olsun bitirmek hedefinin paralelinde, Suriye’deki Kürt nüfus üzerindeki PKK kontrolünü de ortadan kaldırmak ve Kürt sorununu ABD ile üzerinde ittifak edilen bir diğer Kürt aktör, Barzani, üzerinden çözmek istiyor
PKK’nın tasfiye edildiği bölgede Barzani’nin liderliği ve Türkiye’nin “hamiliği”nde bir “işbirlikçi” Kürdistan oluşturma hedefi…
Tüm bu planlar tutar mı?
Göreceğiz.
* * *
Ancak şu an için öncelikli olarak İslami camiadaki, Hükümet’in her türlü yönlendirmesine açık olma halini de biraz tartışmak gerekiyor.
Medyanın tamamına yakınını AKP eliyle kontrolünde tutan devlet aklı karşısında, İslami camia da akıl tutulmasına uğramış sanki.
Zira kötüye yormak istemiyoruz…
Özellikle son bir yıldır camiamıza servis edilen tüm haberlerin başlıca üç hedefi var:
- Suriye’ye dış müdahalenin gerekliliğinin ispat edilmesi,
- Kürt siyasetinin ne pahasına olursa tasfiye edilebilmesi için tüm unsurlarının PKK üzerinden “şeytanlaştırılması”
- İran’a ve Hizbullah’a karşı bir tepki/nefret dalgasının yükseltilmesi.
Ve görünen o ki, maalesef amaçlarına pek zorlanmadan ulaşılabiliyor.
Kandil gecesi yayına giren bir haber tufanı (ki tam da ertesi gün BM’de Suriye ile ilgili yaptırımlar konuşulacaktır!) ile uyanıveriyoruz.
Esad rejiminin Humus’ta uçaklarla ve tanklarla camileri bombaladığı, ağır bombardıman sonucu çoğu kadın ve çocuk ve 500 kişinin öldüğü mesajı hızla yayılıyor.
Oysa mesajın kaynağına ulaştığınızda –ki El-Cezire nin servisi- infial uyandıran haberle orantılı görüntüler görünmüyor.
Haberin kaynağında olayla ilişkisi kurulabilecek görüntüler yalnızca yetişkin erkek cesetleri, yaralanmış, bazıları ölmek üzere olan bir kısmı askeri üniformalı insanlar.
Bu lafların arkasından hemen yükselen öfkeyi görür gibi oluyorum.
Ama dikkat edin, burada insanların ölmediğini, orada bir insanlık trajedisi yaşanmadığını iddia etmiyoruz, dediğimiz şu; Suriye’de bugünkü tablo ortaya çıkmadan önce başlayan ama özellikle son dönemde yoğunlaşan büyük bir kamuoyu manüpülasyonu ile karşı karşıyayız ve buna karşı herkesi sadece akl-ı selime çağırıyoruz.
* * *
Gelinen noktada Suriye’de karşılıklı bir çatışma hali var ve birbiriyle bağlantısız gibi servis edilen anlık haberlerden geriye Suriye’ye dış müdahaleye ikna edilmiş bir kamuoyu kalıyor.
Daha vahimi, orada dökülen kanda Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin çok büyük bir payı olduğu ısrarla gündem dışı tutuluyor.
Zira çok iyi biliniyor ki Ulusal Konsey, Özgür Suriye Ordusu ve İhvan ile Esad yönetimi arasındaki her türlü görüşme/uzlaşma imkanını olanaksızlaştıran ABD ve müttefiki Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’dir.
Komşularımızın en başından itibaren yapmaya çalıştığı gibi muhalif unsurların işler bu noktaya gelmeden önce Esad yönetimiyle masaya oturmasını, böylece yaşanabilecek barışçıl bir geçiş sürecini engelleyeceksiniz, sonra himayenize aldığınız muhaliflerin ceplerine para, ellerine silah, başlarına profesyonel askerleri koyup ülkeyi bir iç savaşa sürüklemek için her şeyi yapacaksınız sonra da ölen insanlar için timsah gözyaşları dökeceksiniz!
Ve üstelik bunu insanlıkla, ümmet kardeşliğiyle, İslami duyarlılıkla izah edeceksiniz, camiaya da izah ettireceksiniz…
Bu mudur insaf, adalet, Müslümanlık…
* * *
Buradan zor zamanda konuşmaya çalışıyoruz.
Kardeşlerimizi uyarmaya çalışıyoruz.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ABD’nin emperyal amaçlarına, sırf kendi emperyal amaçlarına ulaşmak için alet olduğu, Müslüman komşu ülkelerin içişlerine bu amaçlar doğrultusunda müdahale etmeye çalıştığı kanlı bir süreç yaşıyoruz.
İslami camianın duyarlı unsurları şu zor zamanda hareket ederken, yukarıdan dizayn edilen bu siyasetlerin işgal sürecini meşrulaştırmak için yaptığı kamuoyu çalışmalarına ve manipülasyonlarına malzeme olmamalıdır.
Şu anda sokaklara çıkıp sesimizi yükselteceksek bunu İran’ a, Irak’a, Suriye’ye karşı değil, ABD-NATO işgallerine karşı ve bu siyasetlerin maşası konumunda, kendine yeni sömürge alanları açma peşindeki Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ne karşı yapmalıyız.
Bu tarihi bir sorumluluktur, bu akıl tutulması, bu iktidar şehveti karşısında durmadan sergileyeceğimiz refleksler, gelecekte bizleri Allah’a , ümmete ve insanlığa karşı vebal altında bırakır.
platformhaber.net