‘Adil Bölüşüm’ün Katmanları-1, Hasan Köse

Mülk ve servet devlet de dâhil olmak, üzere hiçbir zümreye emanet edilemez.[1][2] Bizzat üreticisi ve sahibi halkın elinde olmalı fazlası suyun tabiata dönmesi gibi yer küreye geri akmalıdır. Ulusal ve küresel açlık ve yoksulluğun nedeni nüfusun fazlalığı, insanların tembelliği ya da yeryüzü kaynaklarının yetersizliği değil, üretilen değerden oluşan servetin bölgesel ve küresel olarak belli kişilerin ve zümrelerin elinde temerküz etmesi nedeniyle yaşanan çoraklıktır.Paylaşımın bireysel aşamasında temel olması gereken olmazsa olmaz; “Üretilen değer üzerinde emek sermayeyle eşittir” ilkesi olmalıdır. Tüm ülkeler bu ilkeyi anayasal garanti altına almalıdır. Bu ilke BM, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Sözleşmesine eklenmelidir. Sermaye ile emek bir araya gelmeden üretim olmaz ve paylaşılabilecek bir değer meşru yollardan ortaya çıkamaz. Emek olmazsa sermaye tek başına değer üretmez, ancak sermaye olmazsa bile devletlerin koyduğu engellemelerin kalkması şartıyla, emek değer üretebilir. Devlet emek ile Allah’ın nimetleri arasına giriyorsa o zaman şartları eşitlenmelidir. Katkı eşit, paylaşım eşit olmalıdır. Sermayenin payı nasıl sermayedarlar arasında adaletle bölüşülüyorsa,  emeğin payı da emekçiler arasında adaletle bölüştürülmelidir. Bu sistemin uygulanmasıyla, bu günden itibaren tüm üretilen değerlerin yarısı emekçilerin eline geçecek sermaye sürekli emek lehine hareket edecektir. Böylece nimet tabana yayılacak, servetin meşru dolaşımı sağlanacak ve sermayenin haksız bir şekilde belli sınıfların arasında dolaşması önlenecektir.

            Üretilen değerin ihtiyaç fazlasının ne olacağı her zaman tartışma konusu olmuştur. Tabiat nimetleri sermayenin aldığı risk ve emeğin enerjisiyle üretilen toplam değer/toplumsal hâsılanın ihtiyacın üstündeki kısmı, mülk ve sermaye üç halde bulunabilir.

1-     Üretilen değerin ihtiyaçtan fazlası devlette toplanır. Servet; siyaset ve bürokratların elinde temerküz eder, tüm güç tek bir tekelde toplanır. Üretim, piyasa ve pazar, fiyat ve ücretlere teknokratlar yön verir. Emekçiler ürettikleri değerden yalnızca ihtiyaçları! kadarını alırlar. Siyasetçi ve bürokratların ihtiyaçları! her zaman emekçilerin ihtiyaçlarından onlarca kat fazla olur. Toplum iki sınıf olur. Yöneten müreffehler ile yoksul emekçiler. Ekonomi büyüse de durum değişmez.

2-     Üretilen değerin ihtiyaçtan fazlası sermayedar bir zümrenin elinde temerküz eder. Her alanda tekeller oluşur. Tüm güç, sermayedar zümrenin elindedir. Piyasa ve pazar, fiyat ve ücretlere bu tekeller yön verir.  Emekçiler istisnalar dışında, ürettikleri değerden ihtiyaçları kadarını bile alamazlar. Sermayedarların ihtiyaçları her zaman emekçilerin ihtiyaçlarından! yüzlerce kat fazladır. Toplum temelde iki sınıftır. Sermayedarlar, yüksek çıkarlarını koruyanlar ve emekçi köleler. Ekonomilerin büyümesi ve üretim teknolojilerinin gelişmesi şartları emekçiler, aleyhine değiştirmektedir. İşsizlik artmakta ve işsizlikle ücretler baskı altına alınmaktadır.

3-     Üretilen değerden emekçi tüm geçimliğini sağladıktan sonra ve üretimin tüm masrafları çıktıktan sonra kalan değer/kâr emekçilerle mülk/sermaye sahipleri arasında yarı yarıya paylaşılır. Mülk ve sermaye toplumun genelinin elinde emek ve üretim eğimli olarak dolaşır. İhtiyaç ve harcamalara bireyler kendi inanç ve ahlak sınırlarında karar verirler. Sınıflaşmadan ziyade iş bölümü ve dayanışma hâkim olur.

4-     Refah toplumun geneline yayılır. Emekçi yalnız hayatta kalabilmek için değil, paylaşmak ve insanların Allah’ın nimetlerine temel ihtiyaçlar düzeyinde eşit erişimini sağlamak için çalışır. Ekonominin büyüme ve küçülmesi toplumsal refahı doğrudan artırıp azaltır. Üretim teknolojileri geliştikçe, kazanılan zaman emekçiler ve toplum lehine insani gelişime neden olur.

            Paylaşımın devlet/toplumsal aşamasında “Toplumsal hasılat üzerinde bütün vatandaşlar eşit hak sahibidir” ilkesi esas alınmalıdır. Ülkelerin sahip olduğu değerlerde bazıları kavminden, inancından, ideolojisinden ya da sosyal sınıfından dolayı diğerlerinden daha fazla hak sahibi olamamalıdır. Aynı amaç için savaşan bir sultan ile bir askerin sonuçta ortaya koydukları şey, canlarından ve emeklerinden ibaret olduğuna göre, kazanılan değerde paylaşımın eşit olduğunun kabul edilmemesi köle – efendi ilişkisinin kabul edilmesi anlamına gelir. Siyasal mülk, birey eksenli eşitlik ilkesine göre anlaşılmalıdır. “Devlet hanedanın, kavmin, dinin, ideolojinin, mezhebin, siyasi görüşün veya klanın değil, tüm yurttaşların ortak malıdır”, olarak anlaşılmalıdır. İmtiyaz ve eşitsizliği dayatanlar köleliği dayatmaktadırlar. Ulusal servetten her bireyin belli bir çalışma karşılığı olmaksızın, yalnızca var olması sebebiyle bir Genel Asgari Ücret hakkı vardır.

            Paylaşımın küresel aşamasında; “Yeryüzü kaynakları bütün insanlarındır” ilkesi esas alınmalıdır. Sonuçta, yeryüzü kaynaklarından elde edilmiş servetlerin dünyanın belli bölgelerinde bir fasit döngüye girdiğini görüyoruz. Bu gün insanlığın vicdanı, yeryüzü kaynaklarında bütün insanlığın eşit hak sahibi olduğunu kabul eder. Süper güçler, zengin ülkeler sahip oldukları cennetleri, yeryüzünün bir bölümünü cehenneme çevirme, oralarda yaşayan insanların geleceğini tüketme pahasına sağlamışlardır.

Tüm gelişmiş ülkeler küresel yoksulluk ve açlıkla mücadele için sadra şifa kaynaklar ayırmalıdırlar. Eğitim ve sağlık alt yapısında kullanmak üzere, küresel geri ödemesiz fonlar oluşturmalıdırlar. Bu yardımlar hükümetler eliyle değil, doğrudan yapılmalıdır. Amacına uygun kullanılması, uluslararası ve ulusal sivil toplum örgütleriyle sağlanmalıdır. Aksi takdirde kıyamet yakındır.


[2][1]  Not: İçerik önemli oranda, Avrupa Sosyal Forumu İstanbul Hazırlık Toplantılarında (2004) yaptığım konuşmadandır.

23.05.2011 (ÖZGÜN DURUŞ)

 Email: hfkose@hotmail.com


[1][2] “Yoksa onların mülkten bir payı mı vardır. Eğer öyle olsaydı, insanlara bir çekirdeğin zerresini bile vermezlerdi. Nisa 53”

 

 

 

Etiket(ler): , , .Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Bir yanıt yazın