Necati Mert, Sakarya Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği “Ömer Seyfettin ve 100. Yılında Genç Kalemler” panelindeki konuşmasında yaptığı bir tespiti ve gelen eleştirileri “Taban tabana zıtlar” yazısıyla cevaplıyor, dikkatinize sunuyoruz.
Panel konuşmamı, Ömer Seyfettin ve arkadaşlarının “sade dil”i ile Nurullah Ataç’ın “öz Türkçe”si üzerine yaptım, ikisini karşılaştırdım, taban tabana zıt olduklarını söyledim, sözümü, 2003 Eylül’ünde “Hece”de çıkmış bir yazımın başlığından yararlanarak, “Din’le problemi olanın Dil’le de problemi oluyor” diye bağladım.
Dinleyicilerden konuyu fazla deşelediğimi düşünen çıktı; ama dediklerime inanılmamış da nezaketen böyle söyleniyormuş gibi geldi bana.
Konuyu bir de size açayım, bakalım siz ne diyeceksiniz?
Sade Dilcilere göre, dil, milletindir. Millet gerekli görürse ilişkide bulunduğu kültürlerden diline ihtiyaç duyduğu kelimeleri alır, katar. Hiç yabancıymış, ecnebiymiş, yok Arapçaymış, yok Farsçaymış falan demez, bundan gocunmaz. Yeter ki kelime yalın, çıplak gelsin, yanı sıra tamlamasını, çoğulunu getirmesin. Çünkü her dilin tamlamaları olsun, çoğulları olsun, kendine özgüdür, dolayısıyla kendi kurallarınca yapılmalıdır.
Dilin haysiyeti kelimede değildir yani. Kelime yabancı olabilir, ama dilimize girmiş, halkın ağzına yerleşmiş, dilimizin kurallarına uymuş ise bizimdir, bize aittir, Türkçeleşmiş Türkçedir. O kadar ki böyle bir kelimenin yanında Türkçenin eski, ölmüş yahut uzak coğrafyalardan birinde kullanılmakta olan kelimesi bile yabancı kalır. Bu bağlamda “ateş od’dan, keder kaygu’dan, Allah Çalap’tan daha Türkçedir”.
Karşılarına iki grup çıkar: Fesahatçiler ağır tamlamalı eski dil yanlılarıdır; Tasfiyeciler de –tam tersine- dili Arapça ve Farsçanın yalnız kurallarından değil kelimelerinden de temizlemek, yerlerine Türkçelerini eskiymiş, ölüymüş demeden, gerekirse Kuzey ve Doğu Türkçelerinden alıp koymak isteyenler. İkisi de tutmaz, çünkü her ikisinde de kelimeler kolektif hafızada yaşamayan kelimelerdir.
Bundan ders almak, Cumhuriyet’e Sade Dilciliği taşımak gerekirdi. Fakat Cumhuriyet çağdaş ve laik bir toplum/ulus yaratma projesinin parçası kılar dili. Bunun için de dil politikası olarak Tasfiyeciliği seçer. Mustafa Kemal’in Tarih Tezi ve Güneş-Dil Teorisi ile de güya temellendirir, 1931’de Türk Tarih Kurumu, ertesi yıl da Tük Dil Kurumu ile kurumlaştırır.
1932’den 1935’e kadar hummalı çalışılır, dildeki Osmanlı hatırası Arapça, Farsça kelimeler liste liste yayımlanır, bunlara öz Türkçe karşılık aranır, bulunanlar “hoca, şeyh, dede, pir” gibi dini unvanların akıbetine uğratılıp atılır. Da 1935’te Atatürk, “Artık birbirimizi anlayamaz olduk!” deyip bu işi bırakır.
Gelgelelim, 1941’de İsmet İnönü’yle yeniden yükseltilir Öz Türkçecilik. Şimdi dikkat: Dil meselesi yine Din’le birlikte yürütülür. Paralel. Eş zamanlı. Nisan 1928’de Anayasa’nın ikinci maddesinden “Türkiye Devleti’nin dini İslam” ifadesi çıkarılarak başlamıştı her şey, bunu Mayıs’ta Meclis’te Latin harflerinin konuşulması izlemiş, ardından da 9 Ağustos’ta Gazi’nin Sarayburnu nutku ve dil direktifleri gelmiş, 3 Kasım’da da yeni harfler kanunlaşmıştı. Köprülü başkanlığında bir profesörler heyetinin dinde reform önerisi de aynı yıldır –tesadüf müdür? 1929’da okullardan Arapça, Farsça dersleri kaldırılır. 1932’de TDK zuhur eder. Kuran, ezan ve kametin Arapça okunması yasaklanır vesaire, vesaire. İnönü’lü 1941 yılı da, 1925 Şapka ve 1928 Harf Kanunlarına uymayanların cezalarının artırıldığı yıldır. Ayrıca ezan ve kametin Arapça okunması yasaklanmakla da bırakılmaz artık, kanun ihlali sayılır, uymayanlara hapis cezası getirilir. Nurullah Ataç, bu İnönü döneminin dil lideri işte.
Sade Dilcilerin Din’le problemleri yoktu. Ömer Seyfettin ki “ülkücü”, “milliyetçi” bilinir, böyle hikâyeleri de çoktur, ama onlarda bile ne “din” ihmale uğrar ne “mazi” ne “gelenek”. Şöyle ki “millet” kelimesini –tam da Ziya Gökalp gibi “ümmet” anlamında kullanır. İşte laik Cumhuriyet bu ayrıntı görülmesin, gizlide kalsın ister. Hatta neyin görülmesini istiyorsa ona piyasa açar. Yahu ilk öykülerinden “İlk Namaz”ın inkılap yazısıyla yayımlanışı, ilk yayımlanışından ancak 58 yıl sonra, 1963’te, Tahir Alangu’nun himmetiyle olabilir. Daha örnek gerekli mi? Onca öyküsü yayımlanır da “İlk Namaz” onca yıl eski yazıda tutulur. Alangu, bu öykünün toplu basımlara alınmamasını dönemin “laiklik” modasıyla açıklar, şöyle de der: “Onun başka hikâyelerinde de bu ‘laikleştirme tuvaleti’ yapılmıştı.”
Nurullah Ataç’ın vezin ve kafiye ile İstanbul arasında ilgi kuran satırları var, hâlâ ikna olmayanlar için alıyorum: “Büğün aruzla yazılmış, yahut hece vezniyle yazılmış şiirleri niçin sevmiyorsam, birtakım değerleri olduğunu görüp övsem dahi şöyle içimden niçin sevemiyorsam, İstanbul’u da onun için sevemiyorum. Hele uzaktan bakıp sıra sıra minarelerini görmüyor muyum kafiyeli bir şiir okuyormuşum gibi bir tuhaf oluyorum.”
Şimdi karar sizin.”