Bu son derece gariptir, zira Tunus uzun bir süre İslam medeniyetinin kalesi olmuş, İslami bilimleri Afrika ve Avrupa’ya ihraç etmiştir. Bugün Tunus, İslam dünyasına hatta bütün dünyaya, İslam kaynaklarının kurutulması planından başka ne ihraç ediyor? Tunus, çoğunluğun ve halkın hareketine ve bu halkın Arap-İslam kimliğine karşı takındığı tavırla ilgili güvenlik çözümünden başka bir şey ihraç etmiyor.
Asıl garip olan, bu sıkıyönetim üslubunun kendisini modernlik, demokrasi, insan hakları, sivil toplumun korunması ve kadının özgürlüğüyle meşru göstermesidir. Biz gerçekten de sahtekârlığın ayyuka çıktığı ve kavramların acayip bir şekilde birbirine karıştırıldığı bir zamanda yaşıyoruz.
Diktatörlüğü tanıdığımız zamanlar oldu, ama bu diktatörlük açık ve netti. Bugün ise bizler Güney Afrika’daki beyaz azınlık gibi azınlıkların dışlanmasından ibaret -hatta daha kötü- kompleks diktatörlüklerle karşı karşıyayız. Buradaki baskının tek farkı modernizm, demokrasi, insan hakları ve sivil toplumu savunma gölgesi altında yapılıyor olmasıdır. Üstelik bu diktatörlükler, Batı demokrasilerinden sınırsız destek görmekte ve kendisini en ideal yönetim şekli olarak sunmaktadır.
Mağrip’te İslami hareketle kurduğu ilişkide birbiriyle yarışan iki model vardı: Bunlardan biri Cezayir diğeri ise Tunus modeliydi. Bugün Tunus, bu savaşı kendi lehine sonlandırmasıyla böbürlenip bu modeli doğru model olarak sunmaktadır. Bu nedenle Dakar’da düzenlenen İslam Zirvesi’nde, Tunus temsilcisi İslam dünyasının tamamına, bütün İslam ülkeleri kralları ve başkanlarının imzalayacağı ve köktendincilik olarak adlandırılan hareketleri tanımama hükmünü içeren bir anlaşmayla, İslami hareketlere karşı takınılacak tavırda Tunus modelini baz almaları önerisinde bulundu. Bu konuyu Arap İçişleri Bakanları Toplantısı ve Mağrip İçişleri Bakanları Toplantısı’nda da ortaya attılar. Tunuslu heyetler bütün Mağrip, Arap ve uluslararası konferanslarda İslami hareketlerle ilişkideki bu dâhiyane buluşlarını, işe yarayan tek yol olarak sunmaya devam ettiler.
Bu seçkinlerin ya da diğer ifadesiyle Tunus’taki azınlık rejiminin -ki bu grup polisin copuyla ahlaksız para babaları ve iktidara gelip İslamcılarla rekabet etmekten umudunu kesmiş Marksist solun önemli bir kısmının ittifakıdır- komünizmin iflasından sonra eski düşmanlar; Amerikan emperyalizmi, uluslararası kapitalizm, Siyonizm, polis ve mafya iktidarıyla ittifak kurarak da olsa, Müslümanların projelerini yıkmaktan başka projeleri olduğunu zannetmiyorum. İflas etmiş bu seçkinler zümresinin modernlik, demokrasi, insan hakları, kadın hürriyeti ve sivil toplum adıyla, köktendincilikle mücadele etmekten başka ne bir projesi, ne iç ve dış siyaseti ne de eğitim ve ekonomi politikası vardır.
Bunlar sırf bir slogan ya da Dr. Munsif el-Merzuk’un ifadesiyle boş kalelerdir. İnsan hakları, demokrasi ve sivil toplumu en çok isteyen taraf olarak İslamcıları dışlayacak, onları yok edecek ve kamusal baskıyı helal gösterecek besmelelerdir. Bunu henüz anlamayanlar ileride anlayacaklar. Çünkü herhangi bir toplumda çoğunluğun hareketine
karşı çıkmak ancak demokrasiyi ezip geçmekle mümkün olur. Bugün Tunus’ta uluslararası ve yerel işbirliğinin gölgesinde, İslamcılara karşı yapılan vahşi baskının kötü sonuçlarından hiç kimse -sessiz kalarak da katılmış olsa- kurtulamayacaktır.
Bu modernizmi -temel hakları avlamak için kurulmuş tuzak- daha da iğrençleştiren şey, ülkeye bize ait kapıdan girmemiş olmasıdır. Modernizmin tek bir anlamı olduğu ve tek bir kapısı olduğu düşünülmüştür. Burgiba elitinin modernizmi -Burgiba devrilmiş olsa da bugün büyük ölçüde Tunus’u yöneten grubun hocasıdır- 2,5 ya da 3 asır önce Batı’da ortaya çıkan modernizm değildir. Batı’da ortaya çıkan modernizm; reform ve Rönesans hareketinin meyvesiydi, aklı ve halkları zincire vuran feodal, teokratik ve kilise sistemleriyle bunlarla müttefik olanlara bir meydan okumaydı. Bu modernizm aklı özgürlüğüne kavuşturdu, bilimsel buluş gücünün önünü açtı, halkı kurtardı. Sivil toplumu; insan hakları, demokrasi ve sanayi toplumunu kurdu ve Batı’yı kökleriyle birleştirdi. Bizim ülkelerimizdeki geri kalmış laik seçkinlerin mantığındaki modernizm ise başka bir şeydir.
Onların nezdinde modernizm; bilimsel ilerleme, düşünce sistemi ve yaşama yöntemlerinin rasyonalizasyonu değil halkı öz kimliğinden ve tarihi bağlarından koparmak, içinde bulunduğu Arap-İslam muhitiyle ilişkisini kesmek ve onu denizaşırı muhitin içine dâhil etmektir. Burgiba rejiminin temel sloganı olan “gelişmiş ülkelere yetişmek” ifadesi, onun söyleminin ve projesinin anahtarı ve sihirli sözleridir. Onun nezdinde bu gelişmiş ülkelerin en iyi örneği devrim ve aydınlanma mirasıyla Fransa’dır. Tabi o burada, bu mirası özel koşullarından soyutlayıp ona kutsallık atfetmektedir.
Burgiba’nın, Fransız Devrimi’nden ve Fransa’da meydana gelen aydınlanma hareketinden anladığı nedir? Onun tek bir şey anladığı ve buna sımsıkı tutunduğu açık: Bilim, sanayi ve genel olarak uygarlık alanında ilerleme ancak köklerimizden koptuğumuz, İslam’ı terk ettiğimiz ve Avrupa’ya bağlandığımız ölçüde gerçekleşir.
Batı’nın ve Fransız Devrimi’nin modernizmi, diktatörlüğe ve akılları zincirleyen otoriteye isyan ederek bilimsel ve endüstriyel ilerleme kaydetmiş ve demokrasiye ulaşmıştır. Ancak bizim ülkelerimizdeki modernizmin; modern, müreffeh, çürümüş, denizaşırı ülkelerin yandaşı ve yabancının halka, onun mirasına, dinine ve vicdanına musallat olan menfaatlerinin koruyucusu olan bir grup azınlığın tahakkümünden başka bir görüntüsü olmamıştır.
İster bizim ülkelerimizde isterse diğer İslam ülkelerinde olsun, demokrasi ve sivil toplum bir yana, Batı’daki modernizmin yaptığı gibi endüstriyel ve bilimsel bir ilerleme kaydetmiş tek bir modernist zümre örneği gösterebilir misiniz?
O halde her ne kadar bilgi edinme yollarını bilimsel yöntemlerle ve bilginin konusunu zaman ve mekân çerçevesinde olan şeyle sınırlamasından ötürü eksik bulsak da bizim sorunumuz aslında modernizmle değildir.
Batı, modernizmi seçmiş -ister en dar anlamıyla bilimsel ilerleme ister en geniş anlamıyla düşünce ve eylem yöntemlerinin rasyonalize edilmesi olsun- modernizme kendi kapısından yani Yunan, Roma ve Hıristiyan mirasından girmiştir. Batı’da anlaşıldığı anlamıyla modernizmin bereketine nail olmamız ve aynı kapıdan yani laiklik kapısından girmemiz için bizden, geçmişimiz ve geleceğimizden sıyrılmamız, kimliğimiz ile bağımsızlığımızdan ödün vermemiz istenmektedir.
Sanki modernizme, yalnız laiklikle birlikte ve Batı’nın girdiği kapıdan girilir. Özetle Batı, kiliseye ve feodalizme isyan ederek modernizmin yolunu açmışsa bizim de İslam’a ve onun mirasına hatta fikri, siyasi ve ekonomik bağımsızlığımıza isyan etmemiz gerekir.
İslam dünyasında modernizmle köktendincilik, demokrasiyle köktendincilik ya da laiklikle İslamcılar arasında çatışma olduğunu söylersek çok büyük bir ifade hatası yapmış oluruz. Olguları birbirine karıştırmamalıyız. Örneğin İslam dünyasında Batı’daki manasıyla ne laiklik ne de modernizm vardır. Çünkü Batı’daki modernizm, laiklik ve demokrasi aklı ve halkı özgürleştirmiş, yetkiyi akla ve halka vermiş, devleti yöneticinin şahsından ayırmış ve devlete halka hizmet etme ve iradesine boyun eğmeyi dayatmıştır. Oysa Burgiba, Atatürk, İran Şahı ve diğer diktatörler ile onların çevresindeki radikal azınlıkların, bölgelerindeki sözde modernizm ve laiklik iddiası böyle değildi.
Aksine halkın iradesi üzerinde hâkimiyet kurmak, kamu fonunu gasp etmek, illegal yollardan zenginleşmek, basın hürriyetine el koymak ve devleti baskı, sömürü, Orta Çağ Kilisesi ve şahsi bir meta aracı haline getirerek seçimlere hile karıştırmaktı. İşte bütün bu saydıklarımız modernizmle laiklik ya da laiklikle demokrasi arasında iddia edilen tüm bağlantıların kesilmesine sebep oluyordu. Hatta İslam dünyasında yaşanan tecrübe aksi yönde bir bağlantı olduğunu göstermektedir. Çünkü bu tecrübede laikliğin varlığı nispetinde demokrasi yok olur. Düşmanca davranılmasının yanı sıra bir halkın temel kültürünün görmezden gelindiği yerde ne demokrasi ne de modernizm olur. İslam, halkın kimliğinin temel bileşeniyse bu kapıdan girilmediği ve bu değerler üzerine inşa edilmediği sürece ilerleme ve özgürlük nasıl beklenebilir?
Bu vahşi rejimlerin Batı demokrasilerinden gördüğü destek karşısında bazen kendimizi Batılı efendilerin ülkelerimizde olanları anlamadıkları şeklinde ikna etmeye çalışıyoruz. Ama apaçık gerçekler bu zannımızı çürütüyor: Batı modernizmi, laikliği ve demokrasisinde tek renkli ve tek partili parlamentoya yer var mıdır? Nasıl olur da gözleri gerçeği olduğu gibi görmez? Bunlar; modernizm, demokrasi ve laiklik gibi bu çağın kavramlarıyla uzaktan yakından alakası olmayan geri kalmış rejimlerdir.
O halde ister devletin inançlar karşısında tarafsızlığı ister kamusal alanın din adamlarının otoritesinden kurtarılması isterse aklın mutlak araştırma hürriyeti anlamında olsun, bizim Batı’daki manasıyla laiklikle hâlihazırda -İslami hareket kapsamında- sorunumuz yoktur. Bizim modernizmle de hiçbir şekilde sorunumuz olamaz. Laiklik ve modernizmi göreceli ve hususi olması bakımından eleştirmekle birlikte şu notu düşmekte fayda görüyoruz: Batı coğrafi keşifleri kanalıyla modernizme, sanayi ve demokrasi dünyasına doğru ilerlemektedir. İşte bu keşifler -Amerika’nın keşfi gibi- İslam dünyasıyla olan güç dengesini onun lehine değiştirmiştir. Sonra kiliseye ve laiklik adıyla mutlak monarşiye olan isyanıyla enerjisi serbest kalmış ve halklara baskı uygulayıp yağmalayarak ve askeri hâkimiyet kurarak başarılarının ve servetinin muazzamlaştığı kalkınma gerçekleşmiştir.
Biz ise Batı’nın ülkelerimizi işgal ettiği, daha olgunlaşmadan kalkınma çalışmalarımızı yok ettiği, ümmetin dokusuna yabancı yönetici grubunu başımıza musallat ettiği, bize toplumumuzun dışından, kültürüyle yabancı bir zümreden -bu kültürden boyun eğme ve tabilikten başka bir şey anlaşılmaz- bir devlet inşa ettiği gün, tarihi eylemden yani medeniyet dairesinden çıktık. Böylece bu elit kesim, modern devletin sahip olduğu parçalama ve baskı araçlarını maksimum düzeyde kullanarak ümmeti yönlendirmede âlimlerimizin yerini aldı.
Burgiba din karşıtlığı anlamında laikti, ama devletin inançlar ve halkın kanun yapan efendi olması yetkisi karşısında tarafsız oluşuna ve aklın özgürlüğüne inanma anlamında laik değildi.
Burgiba ve emsallerinin modernizmi, körün gözünün kamaşmasından başka bir şey değildir: Mağarasından çıkmış ve çıktığı gibi ışıklar gözlerini kamaştırmış, renkler birbirine karışmış ve ne yaptığını bilmeden şaşkın bir şekilde etrafındaki her şeyi yıkmaya başlamıştır. Kendisini cezbeden lider modeli ne Fransız, ne Amerikan ne de İngiliz modeliydi bilakis peşinden sürüklendiği model faşist Nazi modeli ya da Doğu Avrupa’da özellikle de Sovyetler Birliği’nde tanınan modeldi. Bu model; halkın gücünün, onun iradesini tek bir ses şeklinde ifade eden tek bir partide toplanması ve kalkınmanın sağlanması için tartışmalarla vakit kaybedilmemesinin, kalkınma ile ilerlemeye giden en kestirme yol olması itibarıyla bu çağın ilk yarısında üçüncü dünya gençliğini büyük oranda cezp etmişti. Bu nedenle Tunus ve onun benzeri ülkelerde hâkim olan siyasi model, liberal Batı modeli değil, modernizm örtüsüne bürünmüş saltanatla karıştırılmış faşist modeldi.
Bir takım insanlar Türkiye’deki sistemin laik sistem olduğunu ve şimdi Arap dünyasının da Türkleşmesinin istendiğini söylüyorlar. Bu olasılık kötü bile olsa en kötü ihtimal değildir çünkü
Türkiye’deki laiklik dini özgürlüğe alan açılmasıyla son buldu. Türkiye’de nispeten devletten bağımsız olan dini bir toplum bulunmaktadır. Tunus’ta Bin Ali ya da Burgiba’nın temsil ettiği efendi ise hâlâ, “Ben İslam’ın temsilcisiyim, hiç kimsenin İslam adına konuşma hakkı yoktur.” demeye devam ediyor, çünkü o tektir ve ortağı yoktur. Din ile vatanın en büyük koruyucusudur.
Bizim ülkelerimizde devlet kilisedir. Evet, Batı’nın karşı çıktığı anlamda gerçek bir kilisedir. Bu nedenle dilin verdiği yanılsamalara karşı dikkatli olmalıyız, zira dil bize yanılsamalardan bir dünya sunuyor ve Batı’nın, laiklik ve modernizme sözde bağlılığı sebebiyle İslam dünyasındaki hükümetlere karşı bir çeşit sempati duymasına sebep oluyor. Bunlar dilin oluşturduğu yanılsamalardır, İslam dünyasındaki gerçekler değil. Çünkü İslam dünyası demokrasi, akıl ve basın hürriyeti, halkların egemenliği ve kendi kaderini tayin etme özgürlüğü çağını yaşarken Avrupa modernizm ötesi çağı yaşamaktadır. Sorunumuzun büyük bir bölümü dilin oluşturduğu yanılsamalardır. Aslında Batılı yöneticiler, karar merkezleri, gazeteciler ve büyükelçiler bu gerçeği biliyorlar, ama ya kendi çıkarları ya da çoğunun çıkarı için bilmiyormuş gibi davranıyorlar.
Raşid Gannuşi’nin Mana yayınlarından çıkan Laiklik ve Sivil Toplum kitabından…