Gülün narin adını durmadan yinelemek kolaydır.
Bir divanı baygın bûselerle donatmak, uygun adım sitayişlerle birilerine yaranmak, söz oyunlarıyla zihinleri uyuşturmak, alkışlanmak, yaltaklanmak…
Sevgilinin gözlerine ciltler dolusu medh ü sena etmek de kolaydır; haritalarda ceylan kovalamak, aynaların karşısında iç geçirmek, cilveli aşk muhabbetleriyle uğunmak, sanal bunalımları alkışlamak da!
Oysaki zordur sözü acıda, sözü hayatın ortasında tutarak sınamak. Kitab’ın imbiğinden geçirmek, bedel ödemek, eylediğini söyleyerek yüreğini yangına vurmak.
Kaside düzmek, dizelerle / satırlarla el etek öptürmek, sanatsevicilerin başını döndürmek kolaydır da, zordur sehpaları, urganları irkilten sözleri güzel ve kalıcı kılmak.
Hıncından, hasretinden, çaresizliğinden telörgüleri ısıran, gözyaşıyla ıslanmış mendilini yüreğine seren analarla kol kola yürümek, kârı değildir herkesin.
Sokaklar, okullar, alanlar kuşatılmışken; giyotin boynumuzdan eksik edilmezken alnını güneşe ya da ayaza tutup yasak olanları dillendirmek, cânâna serenatlar yetiştirmeye, entel mekânlarının tok serinliğinde nutuk çekmeye hiç benzemez!
Yakışık almaz elbet, onca nimet ve refah içerisinde boğulurken lirik ve ayartıcı düşlerden sıyrılıp açlıktan ölenlerin, başını hüzünle duvara gömenlerin, hastanelerde sürünenlerin, gövdesi kurşunla kalbura döndürülenlerin yüzüne acıyla eğilmek!
Halbuki yazmak “tanıklık”tır biraz da. Yaşadığı çağın tanığı olmak; kalemi ve kelâmı hayatın bağrındaki o kıyamete, o toplumsal ve devingen uğultuya tutmaktır.
Edebiyatın, sanatın, düşünce üretiminin, okuma ve yazmanın ciddi bir eylemlilik hâli olduğunu; başkaldıran, onurlu bir duruşu içerebileceğini küçümseyenler, bu anlayışa yukardan bakanlar hep olmuştur.
On sekiz yaşındayken bile hafakanlara boğulmak, kelimelere cinnet getirtmek, intihar saplantısına kapılmak, sayıklamak hatta küfretmek marifet sayılır da umudun elinden tutmak, yaşama ve direnme sevincini işaretlemek beylik lâflarla mahkûm edilmeye çalışılır. Bir aymazlıktır topyekûn yaşanan; cicili bicili, süslü mazeretlerle bezenmiş, ağzı kalabalık bir sapkınlık belki de.
Kavi bir inanç eşliğinde, kağıdın naz etmesine aldırmadan, güzelliği, doğal ve onurlu kalabilmeyi istemek; bunu aramızda çığ gibi büyütmeyi öncelemek, statükoya başkaldırmak, genel-geçer olana yenilmemektir aynı zamanda.
Nazmın ve nesrin, endazesi bozulmuş, mıncıklanmış, kekeme ve kötürüm kılınmış avlusuna diri ve erdemli bir solukla girmek, fincancı katırlarını ürkütecektir elbette. Yılışık, ölgün ve dirençsiz yaşamayı, hep bir yerlerden / birilerinden “aferin” almayı davranış kalıbı hâline getirenler, sarp yokuşa tırmanmayı göze alamayacak, kölelikten tiksinmeyeceklerdir.
Yaptığı işin münafığı olmadan, nereden gelirse gelsin, tasmalara boyun eğmeden, mistik ya da modern hurafelere saplanmadan, insanların ve hayatın boynundaki zincileri kaldırmaya ahd ü cehd etmek de her kişinin değil er kişinin kârıdır zaten.
Tavır sahibi olarak tanıklık yapmayı, kendini ve hayatı özgürleştirmeyi insani bir ödev olarak görmeyenler; asmaların, tasmaların ve yosmaların koynundan / kucağından çıkamayacaklardır.
İhanetin, yüzsüzlüğün, goygoyculuğun, çirkefliğin, rezilliğin bininin bir para olduğu bir ortamda; düşünen bir dimağı, konuşan / susmayan bir dudağı, duyan bir yüreği taşımak komplekssiz, aydınlık ve net bir kimliğin / kişiliğin ürünü olabilecektir.
Şu ak kâğıt, şu kara kalem; kültür, edebiyat ve sanatla iştigal eden tâifenin amel defteri gibidir. Güzel, doğru ve hak olanı yine güzel, isabetli ve gereğince söylemek namuslu bir işçiliği gerektirir.
Hayat; zulümler, baskılar, direnişler, yıkılışlar, kaçışlar, pazarlıklar, adanışlar, güller ve dikenler arasında sürekli bize bakmaktadır. Ve yine o, yüzünü elleriyle kapatmaktan, kirli, kuytu köşelerde hovardaca tüketilmekten, yozluğun sermayesi olmaktan kurtulmak için dilini aramakta; onurlu ve hünerli ellerin emeğiyle dilinin çözülmesini beklemektedir.
Loş odalarda boş avuntu ve kuruntularla oynaşmanın / oyalanmanın zamanı geçmiştir!..
Yozlaşma ve Baskı Ortamında Sanat, Ekin y., İstanbul 2008, s.45-47.