Başlıktaki deyimle adlandırdığımız edebiyat anlayışı, kimi edebiyat profesörlerinin yaşattığı ve yaygınlaştırdığı, ayrı bir kategori olarak anılmaya değecek kadar ayırıcı nitelikleri olan bir anlayıştır. Profesoral edebiyat anlayışı yerine kuşkusuz daha doğru bir deyim de kullanılabilirdi. Jacques Laurent’in bulduğu bu ismi, bizim de tercih etmemizin nedeni, bahsi geçen edebiyat anlayışının varlığını bilimin ve sanatın kurallarından ziyade, kürsüleri denetimlerinde tutan, yazdıkları ders kitapları zorunlu kaynak sayılan, üniversitenin kurumsal gücüne ve arkalarındaki kamu otoritesine dayanan profesörlere borçlu olmasıdır. Yoksa elbette tüm edebiyat profesörleri aynı anlayışı paylaşmadığı gibi, andığımız edebiyat anlayışını benimsemek için ille de edebiyat profesörü olmak gerekmiyor.
Kendi kendini tanımlamaya asla yanaşmayan, ilkelerine, onları tanım-üstü tutacak kadar mesiyanik bir değer yükleyen bu edebiyat anlayışının bazı temel ilkelerini tespit etmeye çalıştık. Buna göre profesoral edebiyat anlayışı:
1. Dogmatiktir. İlkelerinin tartışılmasını asla istemez. Ayrıca dogma koyma yetkisi de onun tekelindedir.
2. Konformisttir. ‘Kutsal’ kalıpları vardır. Herhangi bir edebiyat ürününü bu kalıplara göre değerlendirir ve yorumlar. Kalıplarını kendisi oluşturmaz, çoğu zaman onları hazır bulur.
3. Aktarmacı ve derlemecidir. Alıntılar yoluyla kendine mal ettiği konvansiyonları tekrarlamayı yazgı kabul eder.
4. Konformizmin gereği daima kaba ve toptan sınıflandırmalar yapma yoluna gider. Özde birbirinden farklı nice yazar ve eseri aynı başlık altında toplamakta beis görmez.
5. Buna bağlı olarak ayrıntılara inmez. Ayrıntılar ancak bir yazariçin zorlama ve haksız bir değer biçmek gerektiğinde önem kazanır. O zaman ne kadar önemsiz olurlarsa olsunlar, kolay hüküm vermekte işe yarayacak tüm ayrıntılar dikkatle incelenir ve yazar hakkında nihaî söz söylenir.
6. Klişeleşmiş, yuvarlak, orta malı düzeyindeki olumlamalara, yargılara bilimsellik elbisesi giydirir.
7. Birinci maddenin bir sonucu olarak, yine Jacques Laurent’in güzel deyimiyle “edebiyata yönetmelikler va’zeder” ve her esere, her yazara, “bu yönetmeliklere riayet ettiği ölçüde bir not verir.”
8. Şematiktir. Şemalarını asla değiştirmez. Şemalarını bırakmayı, aşmayı, tartışmayı önermek şöyle dursun, düşünmeyi bile sonsuza dek yasaklamıştır.
9. Birinci maddede belirtilen dogmatizme, yedinci maddede belirtilen yönetmeliğe ve sekizinci maddede belirtilen şematizme en iyi düzeyde uydukları için en yüksek notu vasat ve vasatın altındaki eserlere verir; ders kitaplarına girmeye de ancak bu eserleri lâyık görür.
(Bu ilke her ülke için değil, ancak bazı ülkeler için geçerlidir.)
10. Eleştirilerinde kanun koyucu gibi konuşma hakkını kendinde görür. Bu anlayışa bağlı olarak bir eleştirmenin, A. Robbe-Grillet’nin deyimiyle “her şeye hakkı vardır, yazarın söylemek istediklerinin tam tersini anlamaya bile.”
11. Yeniliğe, özgünlüğe, farklılığa, çeşniye sıkı sıkıya kapalıdır.
12. Resmî öğretiyle güdümlüdür; bu da onu çoğu zaman resmî edebiyat anlayışıyla eşitler.
(Bu ilke de ancak bazı ülkeler için geçerlidir.)
13. Karalamak, yok saymak, dışlamak, değerini düşürmek istediği yazarları değerlendirirken, edebiyat-dışı (çoğu ideolojik ve siyasal) etmenlere ve tahlil yollarına başvurur.
Ekler
1. Altıncı Maddeye Ek: Türk roman ve öyküsü üzerine edebiyat profesörlerince yazılan kitaplarda, Halide Edip, Yakup Kadri ve Reşat Nuri’nin Anadolu’ya ve köye yöneldikleri ileri sürülür. Nitekim Olcay Önertoy da bu kanıda. Ona göre de andığımız yazarlar “Tanzimat döneminde başlayan köye ve Anadolu’ya açılmayı bilinçli olarak geliştirmişlerdir.”[1] Doğrudur, bu yazarların eserlerinde Anadolu izleği yer almaktadır. Ne var ki burada gerçek, eksik ifade edilmektedir. İfadedeki bu eksikliği giderecek zorunlu öğelerden biri, sözü edilen yazarların Anadolu’ya, ruhuna yabancı ve uzak kaldıklarını, Nuri Pakdil’in dediği gibi birer “masa başı Anadolucusu, yönetime kul köle olmuş birer övgü yazarı” olduklarını da belirtmektir. Gelgelelim resmî anlayışla özdeş profesoral edebiyat anlayışı buna izin vermemektedir. 2. Yedinci Maddeye Ek: Bu yönetmelik konusu kimi büyük yazarların büyük çamlar devirmesine neden olmuştur. Örneğin Sartre, F. Mauriac’ı romancıdan saymaz. Nedeni basittir. Varoluşçuluğun babası bilim adamlığından gelme alışkanlığıyla bir roman yönetmeliği yayımlamıştır. Söz konusu yönetmeliğe göre izafet kuramı tümüyle romana da uygulanabilir; Einstein’ın dünyasında olduğu gibi gerçek bir romanda da ayrıcalıklı bir gözlemciye yer yoktur; fizik sisteminde olduğu gibi romanesk sistemde de, bu sistemin hareketli mi yoksa durağan mı olduğunu ayırt etmeyi sağlayacak bir tecrübemiz bulunmamaktadır. Zavallı Mauriac’sa eni konu kendi hâlinde bir romancıdır ve bu yönetmelikten habersizdir. Gelgelelim yasaları bilmemek mazeret sayılmaz. Gerçi yasaları bilmek de onları çiğnemeye engel değildir. Nitekim, Laurent’e sorarsanız, Sartre da Akıl Çağı’nın 11. bölümüne “Büyük mor bir çiçek göğe yükseliyordu; geceydi bu” diye başlayarak kendi koyduğu yönetmeliği çiğnemiştir.[2] Ülkemizde de son günlerde Orhan Pamuk, Mauriac’ın akıbetine uğramış görünüyor. Yazdığı romanlar edebiyat kamuoyunda büyük ilgiyle karşılanan yazarın son romanı Kara Kitap, Fransız dili profesörü Tahsin Yücel’in hışmına uğradı. Yücel, sözü edilen romanın dilce zayıflığını gerekçe göstererek, kötü bir yazardan iyi bir romancı olamayacağını ileri sürüyor. Kuşkusuz Yücel yargısında büsbütün haksız değil. Ancak, dil konusundaki titizliğini her yazar için göstermiyor Yücel. Yaşar Kemal’in romanları üzerine Adnan Benk’in de katıldığı bir söyleşide, bu üç yazar arasında şöyle bir konuşma geçiyor:
Y. Kemal: -… Dil müziği yaparken bunu insanın ve doğanın devinimi düzeyinde yapmaya çalıştım el altından. A. Benk: – El altından değil, çok el üstünden. T. Yücel: – Gizli yapsan bile belli oluyor: söylemiyorsun böyle yapıyorum diye ama belli oluyor.[3]
Yaşar Kemal’in, bir kasaba kahvesi Türkçesiyle, ‘ayıklanmamış, derbeder’, yanlışlarla dolu bir dille, “yavan, terbiyesiz, bozuk bir güney lehçesiyle” yazdığı, en azından Cemil Meric’in Demirciler Çarşısı Cinayeti’râ eleştirdiği ünlü yazısından beri biliniyor. Yine de Yaşar Kemal her yıl Nobel’e aday gösterile-biliyor. Uluslararası boyuta ulaşan bu ‘graphomanie’ olayına, Cemil Meriç dışında hiçbir Türk yazan karşı çıkmadı, çıkmıyor. Karşı çıkmak şöyle dursun, Tahsin Yücel gibi kimi bilim ve ‘yazın’ adamları da, dilce Orhan Pamuk’u mumla aratacak bir Yaşar Kemal’in ‘dil müziği yaptığım’ onayladılar. Böylece ‘yanlış yönlendirildiğinden’’ yakındıkları okuyucunun ‘doğru yolu’ bulmasına büyük katkı sağladılar! Ama zararı yok. Yasalar geçmişe yürümez. Değindiğimiz söyleşinin yapıldığı tarihte, T. Yücel’in romanın dilini düzenleyen yönetmeliği herhalde henüz yayımlanmamıştı.
3. Beşinci ve On Üçüncü Maddeye Ek: Hatırlanmalıdır. Türkiye’de vaktiyle bir edebiyat profesörü, Müslüman bir şairi, şiirinde geçen bir Hadis’te, o sıralar Marksist söylemin bolca kullandığı ’emek’ sözcüğüne yer verdi diye sosyalist olarak nitelemişti.
4. Dört, Yedi, Sekiz, On Bir, On iki ve On Üçüncü Maddelere Ek: Böylece anlamış bulunuyoruz ki, çağdaş Türk yazarlarının hemen hiçbirinin ders kitaplarına girememiş olması, profesoral ya da resmî edebiyat ‘mevzuatına’ tümüyle uygundur.
[3] Çağdaş Eleştiri, Mart 1982, sayı: 1.
Ramazan Dikmen, “Profesoral Edebiyat Anlayışının İlkeleri”, Kayıtlar, Ocak 1991, Sayı: 3, s. 25-29.