Mehmet Ali Başaran’la Yeni Kitabı “272” Romanı Hakkında Konuştuk

Çocuk edebiyatından ağır ceza konulu “tehlikeli sular”a kadar geniş bir çeperde yazan, üreten bir edebiyatçı avukat olarak romana yelken açmak bir tercihin sonucu mu sizin için yoksa süreç mi sizi bu aşamaya getirdi?

Bir tercihin, hevesin, hayalin, tutkunun sonucu. Ceza Hikâyeleri adlı kitabımda yer alan bir hikâyemin giriş kısmı bu sorunun cevabını veriyor:

2003 yılının yazı. 20 yaşındayım. Üniversite tatile girmiş. Ben memlekete dönmeyi hiç düşünmüyorum. Çok önemli bir işim var çünkü. Hiç rahatsız edilmeden çalışabileceğim bir ortama ihtiyacım var. Roman yazacağım.

Romanımın ilk cümlesi ile bir sırt çantasına sığan eşyalarımı aldım, Körfeze gittim. Kocaeli Üniversitesinde okuyan arkadaşımın öğrenci evine yerleştim. Belki koca bir yaz yeterli gelmeyecek romanı bitirmeme ama olsun, kitap büyük oranda ortaya çıkacak. Büyülü bir ilk cümle bana göz kırpıyor, içim kıpır kıpır, gerisi gelecek.” 

İnsan çok aceleci elbette! Biraz beklemem, olmam gerekiyormuş roman için. Beklemeyi öğrendim. 7 ila 16 yaşlarım arasında üst düzey bir amatör futbolcuydum. Oynadığım takım Akçaabat Sebat’tı. Sebat kelimesi artık pek kullanılmıyor. 1923 yılında kurulan takımın adını da değiştirdiler zaten, yazık oldu! Artık başkanı olmak isteyeceğim bir futbol kulübü yok. Her neyse!

Bir okur olarak en fazla iştigal ettiğim metinlerin başında şiirler, ardından romanlar geliyor. Sanat veya edebiyat türlerine bakışım gayet esnek. Müslümanların peygamber algısına benzetmek yanlış olmaz sanırım. Birinin diğerinden üstün olmadığına inanıyoruz ya, öyle.

Mesela İsmet Özel’in Erbain’ini, Raymond Carver’ın hikâye toplamı Katedral’in, Agota Kristof’un romanı Büyük Defter’in ve Sevan Nişanyan’ın otobiyografisi “Aslanlı Yol”un yanına koyalım. Her biri sanat eseri düzeyindedir ve birini, diğerinden daha büyük olarak nitelendirsek bile bunun sebebi “tür” olamaz bana göre.

Benim elimde ses veya boya yok, kelimelere ses ve renk katıyorum ve meramımı, hikâyemi, anlatımı en ideal formda nasıl ortaya koyabilirim, buna bakıyorum.

Romanı benim için özel ve cazip kılan bir fark var ama, belirtmeden geçmeyeyim: Roman, hikâyeye göre daha uzun soluklu bir birliktelik gerektiriyor. İşte ben bunu seviyorum. Yazarın var ettiği roman evreninde uzun süre, günler, haftalar hatta aylar geçirmeyi seviyorum. Roman kahramanlarıyla bugünden yarına vedalaşmak istemiyorum. Hele içinde bulunduğumuz, “hemencecik”, “gel-geç”, “tüket-at” çağında bilhassa büyük ve hacimli kitaplara yönelmenin önemine inanıyorum. İki ciltlik “Don Kişot”u, üç ciltlik “Sus Barbatus!”u, dört ciltlik “İnce Memed”i okumalıyız, yeniden okumalıyız. Yavaşlama hakkımızı kullanmaya, odaklanma gücümüzü kuşanmaya davet ediyorum.

272; zor bir meseleyi alıyor odağına, onu neredeyse ameliyat ediyor. Mülteciliğin edebiyatla buluşması sizde nasıl gerçekleşti? Bu mevzu Türkçe edebiyatta yeterince yankı bulabildi mi?

Bu mevzunun yeterince işlenmediği açıktır. Bunun sebebi basit bir tembellik olmasa gerek. Derinde yatan bir tür “ötekileştirme” mi var? Sanırım biraz öyle. Mültecilerin “muhacir” olduğu, bizlerin de “ensar” olduğumuz söylemi çok hoş bir hikâyedir ne var ki gerçeklikten bir hayli uzaktır, içinde debelendiğimiz toplumda. Belki mülteciler bizlere unutmak istediğimiz geçmişi, sıyrılmak istediğimiz yoksulluğu hatırlatıyordur ve bu sebeple görmek istemiyor, görmezden geliyoruzdur onları. Bize bölüşmek gerekliliğini, paylaşmanın elzem olduğunu, sosyal adalete ve adil bir düzene olan acil ve yakıcı ihtiyacı, tüm bunlar için mücadeleye girişmek gerektiğini hatırlatıyorlardır belki de içten içe.

Ben Türkiye’de yabancılar hukuku alanında en yetkin 3-5 avukattan birinin, Halim Yılmaz’ın bürosunda çalıştım 7 sene. Bu yabancılar sarışın, mavi gözlü Batılılar değildi hâliyle. Doğu’dan Batı’ya doğru akışkan zamane kavimler göçünde yolu Türkiye’den geçen başka başka ulusal kimlik kartlarına fakat benzer kaderlere sahip mültecilerdi. Öte yandan, Taksim civarında geçti üniversite yıllarım ve sonrası. Bilgi Üniversitesinde bizim fakülte Dolapdere’deydi. Hemen oracıktaki Tarlabaşı diye bir acayip dünya vardır. Afrikalı mültecilerin gayrı resmî merkez üssüydü. İstanbul’un, insan olma, Müslüman kalma sorumluluğunu her köşe başında hatırlatmak gibi bir huyu var. Biz de bu sebeple davete icabet eder, oralara giderdik arkadaşlarla. Afrikalılar yoksul olduklarını unutan, unutturan eğlenceli, rahat insanlar. Çokça hikâye biriktirdik. Bir başka öte yan da şu: Ben de biraz mülteciyim. Dünya bir deplasman zaten, onu geçiyorum. Aşklarımız ve inançlarımız işgal altında, şairin demesi, onu da geçiyorum. Zihinsel, ruhsal, sınıfsal ve mekânsal olarak göçmen kuşlardan biriyim. Tüm bunlar yetmezmiş gibi benim özel bir durumum da var. Ben kavgaya giriştim hak ve hukuk meselelerinde, kim olursa olsun zalime karşı mazlumdan yana tavır aldım, idealleri korumak adına büyük bir putu reddettim; yazdım, söyledim, eylemlere gittim, ahiret gününde bana şahitlik etsin diye çeşitli fişler biriktirdim. Tüm bunlar, yani ötekileştirilenlerin haklarını talep etmek, bu da başlı başına ötekileştirilmek demek. Yanlış anlaşılmasın, “Mültecilik, bizim işimiz!” demek istemiyorum. Ne var ki anlattığım biraz benim, biraz müvekkillerimin, biraz da “akraba”larımın hikâyesidir. Filistin hikâyesidir bir yönüyle. Edward Said’e “yersiz yurtsuz” kitabını yazdıran hikâyedir.

Ceza Hikâyeleri’nde pek çok mültecinin hayatta kalma, hukuka kavuşma mücadelesine yer vermiştim. 272’yi farklı kılan, kurbanın küçük bir kız çocuğu olması ve benim bir avukat olarak onun hikâyesine acayip bir biçimde çekilmiş olmam. Tesadüf veya tevafuk, nasıl adlandırırsanız. Olaylar bu defa Trabzon’da geçiyor. Bir taziye evinde her şeyden habersiz oturuyordum. Elime bir anda bir resmî evrak tutuşturuldu. Ben o evrakı bir avukat olarak aldım, bir yazar olarak okurun eline tutuşturdum. Yakarsa dünyayı garipler yakar, demiş ya Müslüm Baba. Tutuşsun, yansın bu adil olmayan düzen! Çünkü umurumda!

Bir roman olarak 272, sizin için yazarlık yolculuğunuzda bir dönüm noktası ya da başka bir kırılma anlamına geliyor mu? Nasıl bir kavşağa getirip bıraktı bu eser edebiyat yolculuğunu sürdüren yazarını?

Bir dönüm noktası olduğunu hissediyorum. Beni ben yapan, farklı kılan noktaların üzerine tereddüt etmeden giderek kendi rengimi ve soluğumu katıp karacağım metinlerin kapılarını açtığını seziyorum. Heyecanlıyım. Makyaj yapmıyorum.

Benden bireysel veya kurumsal hiçbir beklenti olmamasının özgürleştirici bir tarafı olduğunu da söylemeliyim. Akredite bir yazar olmamam, kıyıda köşede-kuytuda kalmam da geride kalan 10 yılda 8 “deneme” ortaya koyarken işimi kolaylaştırdı. Okurun neyi -satın- alacağının değil huşû içinde, iştiyakla okuduğum metinlerin, yazarların, kitapların peşinden gittim.

Romanın imkânları, edebiyatın ve sanatın ne olduğu üzerine ister istemez düşündüm ve benimsediğim kanaatler kitaplarımı şekillendiriyor. Yeri gelmişken bana ilham veren, yüreklendirici iki kitaptan bahsetmek isterim. Bu konulara ilgili arkadaşlara, sanatın hangi alanında yer tutmak isterlerse istesinler, faydalı olacaktır. Rick Rubin’in “Yaratıcı Eylem: Bir Var Olma Biçimi”. Bir kitap okudum hayatım değişti inancını hor görmeyelim, Allah çarpar! Diğer bir kitap da Beliz Güçbilmez’in “Anne Ben Düştüm mü?” adlı kitabı. Kitabın alt başlığı açıklayıcı: Kurmacalara Neden Muhtacız? Kurmaca-gerçek ilişkisi üzerine bir deneme.

Bir avukat olduğunuz için bu soru ile hep karşılaşıyorsunuzdur ancak yine de sormadan edemiyoruz: Hukukun edebiyatla kesiştiği nokta, yazarlığınızı nasıl etkiliyor? Bereketli bir alanda mı hissediyorsunuz kendinizi yoksa bir sorumluluk, bir ödev hissiyatı mı sarıyor sizi?

Edebiyat da sanat da kesişme alanlarında bereketli ürün veriyor bana kalırsa. Ne kadar kesişme, ilgi alâka, o kadar verimli, derinlikli eser bana kalırsa. Diğer türlü yavan kalıyor hayat da sanat da. Hukuk bir formasyon veriyor hiç şüphesiz, edebiyatsa farklı bir formasyon. Üniversitede karşılaştığım, derslerine girdiğim değerli hocam Cemal Bâli Akal, hukuk ve edebiyata farklı bir açıdan bakılabileceğini, bu iki alanın nasıl birbirine çatılabileceğini bana göstermiş, ufkumu açmıştı. Onun hukuk ve edebiyat yazılarını topladığı kitabının adı “Hukuk ya da Kukla Tiyatrosu”dur. Görmesini bilene hikâye biter mi? Duruşma veya tiyatro salonlarında perde hiç kapanmaz. Harbiye Açık Hava ya da Silivri Kapalı… İzliyoruz, okuyoruz, yorumluyoruz, yazıyoruz. Yer yer hukukun muhatabı ve öznesiyiz, yer yer edebiyatın…

Okuyucuları, üretken bir yazar olarak Mehmet Ali Başaran’dan yakın dönemde neler, hangi türde eserler görecekler?

Kafamda pek çok kitap var; tohum halinde, yazılmayı bekleyen, beni kitaplara, kütüphanelere, yazı masasına çeken. Hangi birini yazmaya koyulsam, diye bazen karar veremiyorum. Bir soru sorarsınız ya öğretmen olarak sınıfa, en ısrarlı parmak kaldıran öğrenci hangisiyse ona söz verirsiniz. Ben de biraz o hesapla, en heyecan verici, en çok uç veren fikrin, taslağın peşinden gitmeyi tercih ediyorum.

Fikirlerimi, alâkalı gördüğüm insanlarla paylaşmaktan çekinmediğim gibi bundan mutluluk da duyuyorum. Birileri bu fikirlerden birini sahiplensin, yavru bir kediyi sahiplenir gibi. Mesela Gazze’deki tünellerde neler yaşandı, orada nasıl bir mücadele verildi, birileri bunu yazsın, deli gibi merak ediyorum okumak için. Bir ara, İbn Battuta Seyahatnamesi’nden hareketle “İbn Battuta ile Gezinti” diye bir kitap yazmaya koyulmuştum. Aynı güzergâhı takip etsek 700 yıl sonra nelerle karşılaşırdık, merak ediyorum.

Farklı türleri, konuları, bağlamları seçmeyi, bilhassa konforlu alanlardan ayrılıp zaten yapabildiklerimi değil de zorlayıcı olacakları tercih etmek istiyorum. Mesela kitaplarını severek okuduğum büyük yazar Eduardo Galeano gibi (elbette kendi tarz ve üslubumca) bir “Futbol ve Edebiyat” kitabı hazırlamak istiyorum, “Gölgede ve Güneşte Futbol” misali. Şikeden, faizden, kumardan âzâde; keyifli bir spor ve hikâye kitabı. Türkiye, 2026 dünya kupasına katılır ve ben de yazmakta olduğum kitaba yaza kadar son noktayı koyabilirsem.

Şu sıralar iki kitap bir arada, Uzun Bir Cumartesi adında otobiyografi türüne yakın bir kitap hazırlıyorum. Bir kısmı benim avukatlık ve öğrencilik yıllarımı anlattığım, İstanbul’un fonda olduğu, bir kısmı da bu bağlamda sağda solda 15 yıl boyunca yayımlanmış ilgili yazıların derlendiği, toplandığı bir kitap… Bu defa hacimli olacak. İnsanımıza, “Bu kadar kalın kitabı kim okuyacak arkadaş, şunun özeti veya filmi yok muydu!” dedirtecek bir kitabım olsun istiyorum. Elbette çok iyi bir kitap olsun diye uğraşıyorum ama şöyle 400 sayfayı aşan, göz korkutucu bir kalınlığı olursa ne âlâ!

Söyleşi: Ahmet Örs

Etiket(ler): , , , .Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Bir yanıt yazın