Latin Amerika Öyküsü

"Jorge Luis Borges ve Italo Calvino"

Jorge Luis Borges ve Italo Calvino


Can Yayınları’nın 30.yılı sebebiyle ile İstanbul Bilgi Üniversitesi işbirliğiyle gerçekleştirdiği “Latin Amerika’nın Kesik Damarları/Latin Amerika Edebiyatı Seminerleri”nin üçüncü haftasında, Notos dergisi editörü eleştirmen Semih Gümüş “Borges’den Hareketle Latin Amerika Edebiyatında Öykü” başlıklı bir sunum gerçekleştirdi. 14 Mayıs Cumartesi günü Bilgi Üniversitesi’nin Santral İstanbul kampüsünde gerçekleştirilen seminerde uzak kıtanın “büyülü gerçekçi” edebiyat akımını ve öncü öykücülerini ele alan Semih Gümüş konuşmasının başlangıcında siyasal çatışmaların yoğun olduğu Latin Amerika öyküsünde yerliliğin muhkem bir konumu olduğunu ve yerli unsurların yoğun bir biçimde kullanıldığını belirtti. Portekizce konuşan Brezilya dışında tutulacak olursa, ortak dil olan İspanyolcanın, Latin Amerika edebiyatının dünyaya açılmasını sağladığını ve dünyanın en çok konuşulan bu üçüncü dilinde ürün veren yazarların hitap ettikleri kitlenin niceliği sayesinde rahat bir şekilde tanınırlıklarını arttırdıklarını kaydetti. Avrupa’daki, İspanya edebiyatındaki yeniliklerin Latin Amerika’ya hızlı bir şekilde taşınması ve sözgelimi Miguel Unomuno gibi öncü/yenilikçi yazarların kıtada iyi bir şekilde biliniyor oluşu, Gümüş’ün İspanyolca üzerinden dikkat çektiği bir başka nokta oldu. 1900’lerin başında Latin Amerika edebiyatında modernizmin mevcut olduğunun söylenemeyeceğini savunan Gümüş, 1930’larda André Breton’un Meksika’ya gitmesi, ünlü Marksist düşünür Leon Troçki ile birlikte “Bağımsız Devrimci Bir Sanat İçin” başlıklı gerçeküstücü manifestoyu yayınlaması ile birlikte bilinen yazınsal yaratma biçimlerinden daha farklı yaratma biçimlerinin deneyimlenmesini savunan modernist edebiyat anlayışının tanındığını ifade etti ve İspanya iç savaşının etkilerinin yaşandığı 1930 sonrasında Latin Amerika’da çok önemli öykücülerin ortaya çıktığına dikkat çekerek, özellikle Asturias’ın yazdıklarıyla büyülü gerçekçiliğin kaynaklarını oluşturduğunu ileri sürdü; Türkçe edebiyatta Yaşar Kemal’in de kendisini Asturias ve Amado’ya benzettiğini not düştü. Gerçeküstücü manifestonun kıtada büyük bir dalgalanma yarattığını, kısa süre içerisinde bütün Latin ülkelerini sarstığını söyleyen Semih Gümüş, “Büyük bir yıkım, yoksulluk ve aynı zamanda siyasi hareketlilik içindeki Latin Amerika’daki kaotik ortamın gerçeküstücülüğün kendisine müsait bir zemin bulmasını kolaylaştırmıştır. Gerçeği gerçek olmayan biçimlerle anlatmak olan gerçeküstücülük de daha sonra Latin Amerika edebiyatının en özgün akımı ve sanat anlayışı olan ‘büyülü gerçekçiliği’ hazırlayan bir işlev görmüştür” dedi. Gümüş, “büyülü gerçekçilik” kavramının ilk defa Alego Carpentier tarafından kullanıldığını ekledikten sonra ayrıca bu dönemde büyülü gerçekçilikle iç içe olan, onun bir kolu olarak görülebilecek olan “Bomm” hareketinden de söz etti.
“Olağan hayatlar yaşanmadığı için insanın kendisini ifade etme biçimlerinin de yapıbozumuna uğradı ve bırakın edebiyatı gündelik iletişim bile metaforik bir şekle büründü. Kendisini en çok öyküde gösteren büyülü gerçekçilikte fantastik olana yaklaşım ve bu unsurun kullanımı okuru şaşırtmayacak, olağan bir biçimdedir. Avrupa’daki gerçeküstücülükte ise fantastik olan okuru şaşırtma amaçlı olarak kullanılır. Bu bağlamda büyülü gerçekçiliğin olağanüstü, gerçeğin ötesinde cereyan eden olayları doğal bir şekilde yansıtması en önemli özelliğidir” diyen Gümüş, Türkiye’de Murat Belge’nin Sevgili Arsız Ölüm ve Berci Kristin Çöp Maceraları gibi romanlarıyla tanınan Latife Tekin’i büyülü gerçekçilere, özellikle Gabriel Garcia Marquez’e benzettiğini hatırlatarak, bu tür benzerliklerin o kadar doğrusal bir biçimde kolaylıkla kurulamayacağını söyledi.
Semih Gümüş seminerin sonraki kısmında Latin Amerika öyküsünün iki üstadı Borges ve Cortazar üzerinde durdu. Borges’in büyülü gerçekçi yazarlar arasında sayılamayacağını savunan Gümüş, onu geç keşfedilmesi bakımından Türkçe edebiyattaki Oğuz Atay’a benzetti. “Türkiye’de Borges’ten ilk çeviriler yapıldığında sol çevreler tarafından tehlikeli bir yazar olarak algılandı. Latin Amerika’nın toplumsal ve siyasal gerçekçiliğini yazmamış olması, metinlerinin okuru oraya göndermiyor oluşu bir kusur ve saptırıcı bir özellik olarak algılandı. Hayatının sonuna kadar sağcı ve muhafazakâr olarak yaşamıştır. Gündelik olana ve toplumsal sorunlara yazdıklarında -Brondi kitabındaki Buenos Aires hayatını saymazsak- yer vermemesi ve siyasal konumlanışı Türkiye’de önemli bir süre boyunca ve önemli isimler tarafından bilinçli bir şekilde görmezden gelinmesine yol açmıştır” ifadelerini kullandı. Fatih Özgüven ve Tomris Uyar gibi önemli çevirmenler tarafından Türkçeye kazandırılan Borges’in eserlerinin Türkiye’de tanınması postmodernlik tartışmalarının yeni yeni yapıldığı 80’lere rastlamış. Katılımcıların sorularıyla ilerleyen konuşması sırasında apolitik bir yazına sahip olduğu iddiası karşısında Borges’in verdiği meşhur bir cevabı aktardı Gümüş: “Ayda yaşayan bir insanı bile yazsam o bir Arjantin öyküsü olur, çünkü ben Arjantinliyim. Batı uygarlığına ait olur, çünkü ben o uygarlıktanım.” Gümüş’e göre, kusursuzluk saplantısının en yüksek olduğu yazarlardan birisi olan Borges’in öyküleri sözün büyüsünün içinden seslenmekte ve Batı edebiyatından Doğu masallarına uzanan engin okuma yelpazesinden, işlediği zengin malzemeden beslenmektedir. Latin Amerika’nın İngiltere’si olarak görülen Arjantin’den olan Borges’in kendisini anglo-sakson kültürü içinde gördüğünü söyleyen Gümüş “Soğuk bir yazardır, inanılmaz serinkanlılık taşır metinleri. Edebiyatı bir mühendislik işi gibi görerek tasarlamış, metinlerini matematik bir kusursuzluk peşinde kurmuştur. Bu, Amerikan değil İngiliz düşünme biçimine yakınlığını gösterir. Hayranı olduğu Edgar Allan Poe da klasik İngiliz edebiyatının ardılı saymaktadır kendisini” diyerek onun yazı deneyimine bakışı ile ilgilenenlere Yazmak Üzerine adlı kitabını önerdi. Memet Fuat’ın konuşmalarında şiirin gelecekte tek tür olacağını, diğer türlerin de şiire evrileceğini iddia ettiğini anektod olarak aktaran Semih Gümüş, Borges’in öyküsünde bunu yaptığını, okuru gerçek hayattan koparacak metaforik dili şiirsel bir üslupla oluşturduğunu belirtti; edebiyat anlayışının okuru gerçeklikten ve hayattan kopararak kurmaca evrende solutmaya çalıştığını ileri sürdü. Kendisine yöneltilen bir soru üzerine Borges’in postmodern olarak değerlendirilebileceğini düşünmediğini ifade etti. Borges’in İspanyolcanın düzyazı geleneğinde ciddi bir kırılma noktası olduğuna da dikkat çeken Gümüş’e göre Türkiye’de düzyazıyı değiştiren ve önceki hâlinden bambaşka bir hâle getiren Sait Faik ve onun takipçisi olan 50 Kuşağı öykücüleri.
Borges’in ardından Cortazar’a geçen Gümüş, onun asıl olarak öykücü olduğunu, Latin Amerikalı yazarlar arasında öykü kitapları romanlarından daha fazla olan ender yazarlardan olduğunu kaydetti. Borges gibi Cortazar’ı da büyülü gerçekçilik içinde görmenin zor olduğunu iddia eden Semih Gümüş, Cortazar’ın Bomm’un içinde yer aldığını ve onun tekniklerinden faydalandığını ancak aslen Avrupalı bir yazar havası taşıdığını söyledi. 30 yıl boyunca Fransa’da yaşamasına rağmen tek kelime Fransızca yazmamış, sadece İspanyolcayı kullanmış oluşunun bu dilin edebiyatını yapma konusundaki kararlılığının bir göstergesi olarak değerlendirdi, Cortazar’ın modernizmin Latin Amerika edebiyatındaki en büyük temsilcisi olduğunu ifade etti. “Her öyküsünde anlatılandan sonra başka bir şey daha anlatır ve asıl katman odur” diyen Gümüş, öykülerinin “anlatılan yani hayata dönük, sahici olan ile onun üzerine kapanan başka şey yani aynısını anlatan ama daha düşsel olan bir şey” şeklinde formüle edilebileceğini, gerçek ve düşsel olanın iki ayrı katman olarak bulunduğu öykülerinin zor metinler olmasının bir nedeninin de bu olduğunu söyledi. “Latin Amerika Edebiyatı” seminerleri 21 Mayıs Cumartesi günü Ahmet Cemal tarafından gerçekleştirilecek “Octovio Paz’dan Hareketle Latin Amerika Deneme Sanatı” başlıklı sunumla devam edecek.

Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Bir cevap yazın