“Küreselleşme Sürecinde Türkiye’de İslam” kitabının yazarı Caner Taslaman ile Küreselleşmenin Türkiye’deki İslami hayata etkilerini konuştuk.
Caner Taslaman: Küreselleşme süreçleri İslami kesimi, birçok araçla birçok hususta etkiledi. Örneğin Özal hükümetlerinin önemli bir dönüm noktası olduğu süreçte, Amerika’da Reagan ve İngiltere’de Thatcher hükümetleri ile yaygınlaştırılan neoliberal politikalar Türkiye’ye taşındı. Bu politikalara göre “kamu menfaati” devleti küçültmekte, özel teşebbüsün önünü açmakta, bireylerin özgürlüğünü arttırmaktadır. Neoliberal politikalar, baskıcı devlet yapılanmasını ve zihniyetini geriletti. Bu ise devlet baskısından şikâyetçi İslami kesimlerin daha çok özgürlük bulmalarına; faaliyetlerini rahatça genişletmelerine, kendi ticari, eğitim ve medya gibi kurumlarını kurmalarında faydalı oldu. Diğer yandan yayılan küresel kültür, geleneksel İslam anlayışı açısından tehditler de getirdi. Yeni tüketim metaları ve medya yayınlarıyla kadın-erkek ilişkisinden hayatın birçok alanına kadar yepyeni bir kültür yayıldı. Üstelik bu yeni kültürü, birçok kişi evinde çay içip çekirdek çıtlatırken televizyon gibi araçlarla farkında olmadan içselleştirdi. Oluşan bu yeni duruma karşı nasıl cevap verileceği İslami kesimin karşısında dev bir sorun olarak belirdi ve yaygınlaşan bu küresel kültüre reaksiyonların nasıl olacağı, bence, önümüzdeki asırda İslami kesimler açısından en önemli meselelerden biridir.
Bu değişim sürecinde dile getirilen olumlu ve olumsuz yargılar içeren yorumları nasıl anlamak gerekir?
Küreselleşme sürecine en sert eleştirileri yönelten birçok kişiyi incelersek; bu kişilerin bile, ne kadar bu süreçten etkilendiklerinin farkında olmadan başkalarına eleştiriler yönelttiklerini görürüz. Bu kişiler, kendi dedelerinden farklı giyinmekte, evlerinde farklı mobilyalar kullanmakta, kadınlarla farklı bir ses tonu ve üslupla iletişimde bulunmakta, hatta farklı yemekler yeme alışkanlıklarına sahip olmaktadırlar. Bu kişileri dedelerinden farklı kılan tüm bu özellikler ise küresel ticaretin artması veya medya ile yeni habitusların yaygınlaşması gibi küreselleşme süreçleriyle ilişkilidir. Bence küreselleşme sürecine karşı toptan retçi veya toptan alkışlamacı yaklaşımlar hatalıdır; bu konuda analitik yaklaşımlar geliştirmek ve toptancılığı bırakmak şarttır. Öncelikle “İslam”ın ne olduğunu tanımlamak, dinsel ile kültürel öğeleri ayrıştırmak, buna göre karşılaşılan yeni kültüre karşı bir süzgeç oluşturmak gerekir. Bu ise tartışılması uzun teolojik meselelere bizi götürür…
“Karışım kimlik” ifadesini hangi gerekçelerden hareketle öneriyorsunuz? Bu kavram neleri içeriyor?
Modernleşme ve küreselleşme süreçlerinde yayılan birçok kültürel öğeyi benimseyen İslami kesimden bireyler; bu yeni öğeleri benimserken kimliklerindeki İslami unsurdan da vazgeçmediler, yeni öğeleri kimliklerindeki İslami unsurla birleştirdiler. “Karışım kimlik” ile ilgili yaklaşım, ikili zıtlıklar yerine sentezlere odaklanmamız gerektiğini bize söyler. Bu sentezleri anlamakta hermenötik yöntemin kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Bu husustaki hermenötik yöntem ise İslam inancına nüfuz etmeyi zaruri kılmaktadır. Ne yazık ki ülkemizdeki birçok sosyolog ve siyasal bilimci; İslam inancının doğasına nüfuz edemedikleri ve hermenötik yöntemi temel almadıkları için İslami kesimin yaşadıkları süreçlere ve kimliksel dönüşümlerine de gereğince nüfuz edememektedirler.
Çalışmanızda sıkça üzerinde durduğunuz karışım kimlik olgusunda, yerel ve küresel süreçlerin, ayrıca medyanın etkisini nasıl açıklıyorsunuz?
“Karışım kimlikler” yerel olanın, yani gelenek olarak devredilenle; yeni olanın, yeni karşılaşmaların buluşmasının ve aynı kimlikte kaynaşmasının bir ürünüdür. Bu karşılaşmalarda önemli birçok unsur olsa da, kitabımda, çok önemli bulduğum medyaya ayrıntılıca dikkat çektim. Araştırmalara göre günde dört saatten fazla televizyon seyrediyoruz; sırf bu veri bile, bireylerin zihinlerinin ve kimliklerinin şekillenmesinde neden medyanın etkisine odaklanmamız gerektiğini ortaya koymaktadır. McLuhan’ın dikkat çektiği gibi medya, adeta insanların vücutlarının uzantılarına dönüşmüştür; radyo kulağın, televizyon gözün bir uzantısı gibidir. İnsan bu “uzantıları”nın farkına varmaz, adeta merkezi sinir sistemimiz narkozun etkisindeymiş gibi farkında olmadan televizyon, kimlik ve zihinlerimizde başkalaşımlar vücuda getirmektedir. Dedelerinden farklı bir şekilde karşı cinsle ilişki kuranlar, kıyafet giyenler, bedenlerini farklı kullanıp, farklı habitus ve zevkler edinenler; ne kadar kısa sürede büyük bir değişim geçirdiklerinin farkında olmadan değişimi yaşamalarının altında yatan önemli sebeplerden biri medyanın narkozcu etkisiyle dönüştürmesidir. Baudrillard’ın dikkat çektiği gibi bir simülasyonlar dünyasında yaşıyoruz; medyanın sunduğu hiper-gerçeklikler ile gerçek arasındaki ayrımı bile bu simülasyonlar bulanıklaştırmıştır. Medyanın sunduğu hakkındaki simülasyonlar hiper-gerçekliği oluşturarak, gerçekliği dönüştüren unsurlar bile olmaktadır. Medya eğlendirirken manipüle etmekte ve endoktrinasyona sebep olmakta, eğlenen kişiler ise farkında olmadan çekirdek çıtlatırken değişmeye devam etmektedirler. Bu süreç İslami kesimleri de sarmıştır; İslami kesimin kimliklerinde bu sürecin sebep olduğu önemli dönüşümler olmaktadır. İslam felsefecileri Kindi’den İbni Rüşd’e kadar süren bir dönemin tarihçiliğine sıkışmaktan kurtulup; söyleyecekleri bir şey varsa, işte tam da burada, bu konu üzerine, eğlenirken yumuşak koltuklarda uyuklarken oluşan bu büyük tarihsel alt üst oluşu üzerine fikir beyan etmelidirler.
İslamcılığın /İslamcıların liberalizmle ilişkileri veya “ittifakları” pratik zorunlulukların ötesinde teorik bir zeminden de besleniyor mu?
Bence bu ittifakta pratik zorunluluklar ön planda olmuştur, hala da öyledir. Ben, İslami kesimin içinde etkili olup da, teorik bir şekilde liberalizmle ittifak yapılması gerektiğine dair ciddi bir yol haritası ortaya koyan ve sonra bunun uygulanmasına vesile olan hiçbir düşünür tanımıyorum. İslami kesimin liberal yaklaşımlarla ittifakı; Türkiye’deki yaşanmışlıkların ve uluslararası gelişmelerin etkisinden oluşmuş pragmatik bir hikayeye sahiptir. İslami kesimler, yıllarca, kurucu ideolojinin “ötekisi” ve “tehlike” olarak görüldü, bu yüzden birçok baskıya maruz kaldılar. Dini toplantı yapan 5-10 kişilik gruplar bile defalarca tutuklanmıştır. Liberalizm gibi devletin küçültülmesini ve bireylerin özgürlüğünü savunan bir ideolojinin yaygınlaşması, İslami kesimlere muhtaç olduğu hayat öpücüğünü verdi. Kurucu ideoloji “Batı”yı rol model olarak koymuştu; İslami kesimler, kurucu Kemalist ideolojinin koyduğu bu rol modelde hâkim olan liberal ideolojiye atıf yaparak Kemalist ideoloji adına konan engelleri aşma şansını yakaladılar. 28 Şubat sürecinin bir “çelme takma” olarak gerçekleşmesi; 1960 ve 1980 darbeleri gibi “başa inen balyoz”a dönüşmemesi de, bence, 1997 yılına gelindiğinde liberal ideolojinin Türkiye’de yaygınlaşmış olmasıyla önemli ölçüde ilişkilidir. Nitekim İslami kesimin bu süreçten sonra AB sürecine daha sıcak yaklaşmaya başlamalarının ve Batı karşıtı söylemi azaltmalarının altında da, liberalizmin kendilerine getirdiği avantajları algılamaları önemli bir unsurdur. Fakat İslami kesimlerin liberalizm ile ittifakı, önceden ortaya konan sofistike bir teorinin takipçisi olmak suretiyle gelişmedi; pratik gelişmeler bu konuyla ilgili süreçlerin yelkenlerini şişirdi.
İslamcılığın kamusal tecrübesini araştıran çalışmaların merkezinde kadınların bulunuyor olmasını nasıl açıklıyorsunuz?
İslami kesimlerin farklılaşmasını anlamının en kolay ve en görünür yollarından biri, İslami kesimin içindeki kadınlara odaklanmaktır. Nilüfer Göle, başörtüsüne odaklanarak İslami kesimin dönüşümünü okumaya çalıştı. Ben, İslami kesimden kadınların kamusal alana çıkış oranına odaklanmayı ön plana almayı tercih ediyorum. Bu konuyla ilgili çarpıcı değişmeyi şu örnek enteresan bir şekilde ortaya koymaktadır: Daha önce İslami kesimin birçok aktörü, cemaatleri, alimleri kadınların kamusal alana çıkmasını engellemeye çalışmıştı. Örneğin şu andaki Marmara İlahiyat’a kız öğrenci alındığında; bu okuldaki erkekler tepki gösterenlerin başında geliyordu, okula alınan kızlar ise, kimi zaman yoklamalarda, sesleri erkeklerce duyulmasın diye, var olduklarını sesli bir şekilde ifade etmiyorlardı. Fakat 1980’ler sonrasındaki başörtüsü yasağında, Türkiye’nin birçok yeriyle beraber bu okulda da erkek öğrenciler kızlarla beraber protestolara katıldılar; bu sefer, öncesine zıt bir şekilde, kız arkadaşlarının okula alınmamasına karşı çıktılar. İslami kesimden aşağı yukarı herkes, haklı şekilde, başörtüsü yasağına karşı savaştı. Fakat başörtülü kızların okula gitmesi; daha çok kamusal alana çıkmaları ve güç ilişkilerinde daha aktif olmaları demektir. Oysa bu bir asır önce İslami kesimin önemli bir kısmının engellemeye çalıştığı bir şeydi. Ne oldu nasıl oldu da İslami kesim böyle değişti? İslam değişmedi ise ne değişti? Bunlar sosyoloji açısından enteresan analizleri gerektiriyor. Teolojik olarak ben bu değişimi onaylıyorum. Kadınların kamusal alana çıkışları önünde Kurani bir engel yok. Peygamber döneminin kadınları da aktif olarak hayatın içindeydiler. Kadınları kamusal alandan dışlayan geleneğe teolojik kılıflar bulunmaya çalışılmıştır ama bunun aşılması bence olumludur. Bugün birçok İslam düşünürü kadınları eve kapayan yaklaşımları inkâr ediyor. Keşke bu değişim, İslam’ın ilk asırlarındaki gibi canlı teolojik tartışmaların getirdiği ivmeyle olsaydı. Bu değişimin küresel dinamikler sonucu olduğunu kabul etmek zorundayız.
İslamcılığın kamusalla ilişkisi dolayısıyla mekân üretimi hakkında olumlu olumsuz pek çok açıklama biçimi var. Şunu sormak istiyorum: İslamcılığın kendi teorik söylemiyle uyumlu ya da en azından temel noktalarıyla çelişmeyen alternatif kamusal alanlar oluşturma sürecinde karşılaştığı sıkıntılar ve edindiği tecrübeler konusunda ne söylersiniz?
İslami kesim bu konuda çok sıkıntılar da yaşadı, çok tecrübeler de edindi. İslami kesimin yaşadığı sıkıntıların başında, bu konuyla ilgili kendi içindeki teolojik tartışmalar gelmektedir. İslami plajların veya İslami kafelerin ne kadar “İslami” olduğu; buralardaki uygulamaların “caiz” olup olmadığı veya İslami kesimin bu yeni mekânlarıyla tüketim biçimlerinin İslam’ın saflığına bir tehdit oluşturup oluşturmadığı teolojik bir sorundur. Bence, bu konuda, “iyidir” veya “kötüdür” gibi toptancı yaklaşımları reddetmeye; daha derin, daha ince, daha sofistike, daha analitik yaklaşımlar geliştirmeye muhtacız.
Sosyal bir fenomen olarak “alternatif kamusal alanlar” ne kadar ilginç olsa da, bence, daha ilginç olan “ortak kamusal alanlar”da İslami kesimlerin “ötekileri” ile karşılaşmalarıdır. Örneğin okul kantinleri veya gençlerin buluştuğu kafelerdeki karşılaşmalar bence daha enteresandır. Gerçek “öteki” uzaklarda olan değildir; gerçek “öteki” yan yana oturup, dokunma mesafemizde duran ve onun üzerinden kendimizi tanımladığımızdır. İslami kesim “ötekileriyle” ve kendini “ötekileştiren”lerle kamusal alanda daha çok karşılaşmaktadır; buysa, hem yan yana gelişlerin artışından hem kamusal alanda kurucu ideolojinin hâkimiyetinin azalmasından kaynaklanan bir gerilimi yükseltmektedir, diğer yandan mekân-birliği gibi unsurlar, birbirine yakınlaşma ve birbirini daha iyi anlama için imkânlar sunmaktadır. Umarım ikincisi birincinin önüne geçer.
Peki kamusal alanda Kemalizm lehinde düzenlemeler yapma çabası olarak 28 Şubat Sürec, İslamcılıkta gerek söylemsel gerekse pratik noktalarda ne tür değişmelere sebep oldu?
Daha önce söylediğim gibi; 28 Şubat sürecinin “ayağa takılan bir çelme” olarak gerçekleşmesinin 1960 ve 1980 gibi “kafayı inen bir balyoz”a dönüşmemesinin ardında, bu döneme dek Türkiye’de yaşanan değişimlerin ve uluslararası konjonktürün önemli payı vardır. 1980’lerden sonra Özal hükümetleri, AB süreci ve medya yayınları gibi unsurlarla gerek Türk halkında gerek Türkiye’nin yönetimde etkin kadrolarda liberal değerler -kök salmadıysa da- yaygınlaştı. Böylece İslami kesimler, bu değerlerin yayıcısı Batı’ya daha çok yüzünü döndü; Batı’ya karşı Kemalistlerin daha şüpheci yaklaşması, İslami kesimde AB Süreci’ne verilen desteğin artması gibi ironiler yaşandı. İslami kesim, devletin ceberutluğundan kurtulmak için yüzünü Batı’ya döndükçe bağrını buradan gelen kültüre daha çok açmış oldu. Bu süreç, daha önceden vurguladığım kimliklerdeki karışımların artmasını daha da yükseltti.
28 Şubat sonrasında yapılan kimi kamuoyu araştırmalarında başı örtülü kadın sayısında ciddi bir düşüş olduğu ifade edilmişti. Oysa algının tam tersi istikamette olduğunu belirtiyorsunuz. Algı ve olgu arasında bu farkı nasıl yorumluyorsunuz?
TESEV’İN yaptığı kamuoyu araştırmalarının ciddiyetini geniş bir kesim kabul etmektedir. Bu araştırmalara göre 1999’da başını örten kadın sayısı 1999’da % 72 iken 2006’da bu oran % 61’e düşmüştür. Diğer yandan, kamuoyu araştırmalarına göre toplumun büyük bir kesimi bu dönemde başörtülülerin sayısının arttığını sanmaktadır. Bence algı ile olgu arasındaki farkın sebebi; başörtülü kadınların daha çok kamusal alanda görünür olmalarından, büyükanneleri gibi bir yaşam tarzını benimsememelerinden kaynaklanmaktadır. Kamusal alanlarda daha çok başörtülülere rastlayanlar, başörtülülerin sayısının arttığı gibi bir vehime kapılmaktadırlar.
Diğer yandan bu anketler, başörtülülerin “siyasi bir simge olarak” kapandığını iddia edenlerin sanılarına zıt veriler ortaya koymaları açısından da ilginçtir. Başörtüsü takanların % 1’den çok daha az bir kesimi, “kapanmanın siyasi bir harekete dâhil olmak anlamına geldiğinden kapandıklarını” beyan etmişlerdir. Bu hususta, Ehli Sünnet İslam’ın inançlarına nüfuz etmeye çalışan hermenötik yaklaşımların benimsenmemesinin, bu konuda ahkam kesenlerin en büyük eksikliği olduğunu kitabımda göstermeye çalıştım. Fakat, hermenötik yaklaşım yerine matematiksel verilere önem verenler, bahsettiğim anket sonuçlarını değerlendirsinler.
Kitabınızda Diyanet’in devletin ideolojik aygıtı olarak öneminin azaldığını belirtmişsiniz; bunu neye bağlıyorsunuz?
Öncelikle, onbinlerce personeli olan ve birçok Kuran kursunu organize eden Diyanet’in çok önemli bir kurum olduğunu ve Türkiye’deki İslam’ı anlamak isteyenlerin bu kurumu mutlaka göz önünde bulundurması gerektiğini söylemeliyim. Fakat buna rağmen, küreselleşme sürecinin devletin en önemli ideolojik aygıtı olan eğitim kurumlarıyla beraber Diyanet’in de önemini azalttığı iddiasındayım. Bunun en önemli sebeplerinin başında elektronik medyayla oluşan yeni ortamın geldiğini söyleyebilirim. Dini cemaatlerin televizyonları ve yüzlerce radyosuyla kişilere aktardığı dini bilgi oranı Diyanet’in çok üzerindedir. Eskiden dini cemaatler daha çok kendi bağlılarına etki ediyorlardı; şimdi, medyayla ortaya çıkan imkânlarla, kendi cemaat halkaları dışında da geniş bir kesimi etkileyebiliyorlar. Bunun yanında cemaatlerin kontrolünde olmayan seküler medya aracılığıyla, İslami kesimden ilahiyatçılar ve entelektüeller geniş bir kesime ulaşabilmektedirler. 1990’lar ve 2000’lerin başında Yaşar Nuri Öztürk, günümüzde Nihat Hatipoğlu bu konuda ön plana çıkan isimlere örnek olarak verilebilir. Ayrıca İslami kesimden birçok cemaatin ve bireyin internet siteleriyle ve Facebook gibi sosyal ağlarda açtıkları sayfalarla aktardıkları dini bilgi; Diyanet’in kontrolündeki süreçlerle aktarılan bilginin çok önüne geçmiştir. Okuryazarlığın düşük olduğu ve özel medyayla internetin olmadığı dönemlerde; vaazlarla aktarılan sözlü bilginin etki gücü yüksekti.
Medyayla oluşan yeni ortamda; sadece devletin eğitim kurumlarının ve Diyanet’in değil, ailenin de bilgi aktarma ve kimlik belirlemedeki önemi azalmıştır ve bu süreç hızlı bir şekilde devam etmektedir. Medya bahsedilen kurumlardan olduğu gibi aileden de rol çalmıştır. Oluşan yeni ortamda medyayı hesaba katmayan sosyolojik analizler kısır kalacaktır ve kalmaktadır. Teoloji ve felsefe açısından ise bu yeni durumun acil olarak irdelenmesi gerektiği kanaatindeyim. Ne yazık ki birçok entelektüel, siyasal İslam’la ilgili meselelere o kadar çok odaklanmış vaziyetteler ki; tarihsel büyük bir dönüşüme yol açan küresel süreçler ve medyanın etkisi gibi, bence muazzam önemdeki konulara gereğince önem vermemekteler.
Dünya Bülteni
Röportaj:Asım Öz