Hamit Bozarslan’ın “Lüks ve Şiddet” Kitabından Değiniler – Halil Toprak

kitap-2

Aşağıdaki ilk paragraf Hamit Bozarslan’ın İslam’a bakışını yansıtmakta olup devamında gelen paragraflar da kitabın ana hatlarını çizen alıntılardır:

“İslâm’ı bir korku dinine dönüştürmüş olan ortopraksiden çıkışın tek yolu, İslâm’ın devlet, toplum ve hukuk alanlarından tümüyle çekilmesi, başka dinlere oranla her türlü üstünlük iddiasından feragat etmesi, kendisini sadece ve sadece metafizik bir temelde yeniden tanımlamasıdır. Bunu beceremeyen bir İslam’ın, 14. yüzyılda, en başta Müslümanlar olmak üzere, insanlığa sunabileceği tek şey yıkım, şiddet, sefalet ve medeniyet kaybıydı.İslâm’ın yaşadığımız dönemde de insanlığa ancak yıkım getirmesinin mümkün olabileceğini göstermeye yetmektedir.”

Asabiyet: Dayanışmacı birlik ruhu, grup dayanışması. Hem bir grubun bütünleştirici gücü hem grubun kendi özgüllüğü ve ortak amaçları hakkındaki bilinci hem de iktidar olma yolunda onu ister istemez harekete geçirip yansıtan gerilim.

Dışlanmış bir grup hem asabiyete benzer katı sosyolojik kaideye hem de kendi davasına dair özgün bir ideolojiye sahip olmalıdır. Örneğin 1979 İran Devrimi’nde mücadelenin başat unsuru olan radikal solun çok güçlü bir davayı sahiplendiğini bu suretle bir anda tümüyle hegemonik görünüme kavuştuğunu ancak çok zayıf bir asabiyete sahip olduğunu ve sosyolojik temelinin orta sınıflardan ve alt tabakalardan gelen devrimci gençlik kesimini aşıp genişleyemediğini görürüz. Bunun karşısında ise bir din alimleri sınıfı vardır. Ulema bir anlamda tümüyle sistemin parçasıdır ancak muhalif yani marj tutumu takınıp kendisine hem güçlü sosyolojik kaide hem de finansal imkanlar bahşeden bazariler (tüccar/esnaf ) ile ittifak yaparak güçlü hatta hegemonik bir asabiyet geliştirir. Ulema ayrıca solun karşısında hem devrimci hem de muhafazakar olmak gibi çifte avantaja sahip bir davayı da mobilize eder. Sol her ne kadar İran Devrimi’nin öncüsü olsa da ulema artık ona galebe çalmak konusunda hiçbir güçlükle karşılaşmayacaktır.

Asabiyet ile dava asimetrik potansiyellerdir.

Bir grup ya da kabilenin  iktidarın kurucusu ve dolayısıyla tarihin bir aktörü olarak ortaya çıkabilmesinin nedeni, mevcut bir hükümdarın karşısında kadim bir hukuka sırtını dayatması değil, kendi iç dayanışmasını harekete geçirmeye muktedir olmasıdır.

İktidarın kökeni olan asabiyet, diyalektik  bir bileşendir: onun gerçekleşmesi kendisine içkin çelişkilerin kendisini yok etme sürecini de başlatır … diyalektik ilişki nedeniyledir ki devletin çöküşü toplumu özgürleştirmemekte, tam tersine toplumun çöküşünü de beraberinde getirmekteydi.

Kent, şiddet olmadan kurulamaz ama varlığını onunla birlikte de sürdüremez. Çoğunlukla sert ve vahşi bir kurucu güç tarafından ele geçirilip ehlileştirilen kent, başka birtakım güç arzularını doğurur, bu arzular kent için her zaman ölümcül olmasa da onu sürekli mücadelenin içinde tutar.  İktidar sistemli hal geldikçe, kent de git gide sistemli bir şiddet üretmeye başlar. Çöküş söz konusu olmasa bile, zamanının büyük bölümünü bizzat üreticisi ve kurbanı olduğu bir şiddeti engellemeye vakfeder.

Arap aleminin 2011 sonrası örneklerinin gösterdiği gibi özdireniş gücüne sahip olmayan bir medine’nin kendini koruyabilmesi ve zaman içinde kendi devamlılığını sağlayabilmesi de zor görünmektedir. Her iki senaryoda da toplum, çöküş tehlikesiyle karşı karşıya bulunmaktadır: Bireylerin silahlanması, toplumun birbirine düşman ve mikro iktidarların boyunduruğuna girmiş alt birimlere parçalanmasını kaçınılmaz kılmakta, silahsızlaştırılmaları ise toplumu devlet zoruna ya da dış şiddete karşı tümüyle müdaafasız kılmaktadır.

Bir ebediyet yanılsaması içinde olan iktidar, hegemonya temelli bir siyasi mühendislik geliştirerek uzun vadede kalıcılığını sağlamayı düşünmeden kendine özgü habituslarını ve kendi rutinini icat eder. Bu hegemonyasız bağlanma ve tutarlık barındırmayan siyasi mühendislik ve bu rutinleşme Bin Ali ve Mübarek rejimlerinin zayıflamasının temel etkenlerinden biri olmuştu.

Hilafet modeli, uyarınca adil bir iktidarı tesis etme olasılığı hakkında yanılsamalara kapılmamıştır. O , güçlü bir birlik ruhu(asabiyet) üzerinde temellenen, kendi içinde belirli bir istikrarı temin etme ve beşeri düzenin teminatı olarak gördüğü dini yasaları(şeriatı) uygulama becerisine sahip bir iktidardan yanadır.

Eğer devleti kuran şey şiddetse devletin sürekli uyguladığı cebir ve talan da onu yıkıma mahkum eder.

“Şiddet ve lüks” bu iki kavram, bu iki olgu birbiriyle bağlıdır; birbirlerinin kaynağı durumundadırlar.  Öte yandan hükümdarlar bu ikisi sebebiyle mahva sürüklenirler. Bir düzenin çözülmesi tek başına kaos değildir. Kaos da her türlü kural veya düzenlemenin olmaması anlamına gelmez. Kriz, yapı bozucu olsa da norm[al] olarak yeni bir iktidarın inşa sürecini başlatır çünkü o zamana kadar sistemden dışlanmış durumdaki gruplar için bir fırsat oluşturur. Çöküş olgusu basit bir çözülme değildir ; o hem medeniyetin zararlı bir sonucudur  hem de onun yeniden canlanmasının ön koşuludur.

Ne kadar acımasız olursa olsun baskı mutlaka ayaklanmaya neden olmaz.  İnsanlar neden nadiren ayaklanır? Ezilen tanır ve kabul eder. Teslimiyetin kökü tebaasını uyuşturan sağlam bir iktidarın mevcudiyetinde bulunur.

İbn Haldun, tarihe “barbarlar” ile “medenileri” birbirinin karşısına koyan ikili ve ilerlemeci bir anlayışla yaklaşmaz. Onu okuduğumuzda medeniyetin tek düşmanının, yolu daha önce medeniyetten geçmiş unsurlar olabileceği izlenimine kapılırız. “Medeniyetten çıkış”, çöküş ve bunlara eşlik eden köleleşme, evvelce medenileşmiş hatta bir “medeniyet”  tesis etmiş olmayı ve artık ona sahip olmamayı gerektirir ki  bu da oldukça ağır bir bedel ödemek anlamına gelir. Bu İbn Halduncu bakış açısı, evrimsel tarih anlayışının öncüllerini alaşağı ettiği için nefes kesicidir.

Bedeviyet kesinlikle barbarlıkla eş tutulamaz; kaba da olsa başlı başına bir medeniyet olarak bedevilik, filizlenmeyi bekleyen bir kent medeniyetinin tüm imkanlarını içinde barındırır.

Etiket(ler): , , , , .Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Bir yanıt yazın