Safranbolu, rüya şehir.
“Cumhuriyet Kenti Karabük” levhası bütün kasvetiyle karşımıza çıkan Karabük’e vardığımızı gösteriyordu. Biraz şehrin içine girdik ama girmemizle kaçmamız bir oldu.
Gecekondu ile ağır sanayinin, derme çatma binalarla zoraki modernliğin çirkin bir görüntü oluşturduğu bir şehir Karabük. Hava karanlıktı. Demir-Çelik fabrikasından koyu dumanlar yükseliyordu. Hemen kaçtık. Sandık ki buralarda insanın içini aydınlatacak bir yer yok. Hemen on kilometre sonra Safranbolu’yu görünce içimiz ışıdı.
Safranbolu, rüya şehir.
Ayaklarımız yerden kesiliyor. Çağın, zamanın anlamı kalmıyor. Birkaç yüzyılı harmanlayan tabii film platosu gibi Safranbolu bütün güzelliğiyle, naifliğiyle arz-ı endam ediyor. Ahşabın, yer yer taş binaların, kesme taş döşeli sokakların arasında zamanın bir kara delik gibi sizi yuttuğuna tanıklık ediyorsunuz. Burası başka bir zaman, burası başka bir mekân… Yasin okunan, tütsü tüten çarşılardan…
Safranbolu, rüya şehir.
Şehre hâkim bir tepeye bir maket gibi kondurulmuş Osmanlı hükümet konağı… Bu küçük şehre neden küçük bir başkanlık sarayı gibi muhteşem bir yapıyı konduruvermişler, anlayamadım. Rüya şehrin siluetini tamamlamak istemişler sanırım. Konağın hemen arkasındaki saat kulesi, kuledeki kırk altı yıllık saat bekçisi kunduracı amca… Doğal film platosunun doğal aktörlerinden… Her şey yaşamın dışında, bambaşka bir iklimde…
Safranbolu, rüya şehir.
Ermeni ve Rum ustaların Safranbolu’yu vâr eden kudretteki payları unutturulmaya, hatıraları toprağın yedi kat altına gömülmeye çalışılsa da helvada, şekerlemede, yontulan taşlarda, ahşabın naifliğinde onların da ruhları geziniyor.
Safranbolu, rüya şehir.
Bir vardı, bir yoktu.