Tarım Politikaları: Türkiye’de uygulanan tarım politikaları 1923-50, 1950-80 ve 1980 sonrası olmak üzere 3 dönemde incelenebilir. 1923-1950 döneminde tarım arazilerinin önemli bir kısmı toprak ağalarına aitti. Cumhuriyet döneminin başında, ailelerin %5’lik bölümü, tüm toprakların %65’inin, geri kalan %95’lik kesim ise ancak %35’inin sahibiydi. 1950-1980 dönemi, dünyanın başka yerlerindeki ‘ulusal kalkınmacılık’ rüzgârının da etkisiyle, devletin tarım sektörüne ilgisi arttı ve devlet kapitalist modernleşmede önemli roller üstlendi. 1980 sonrasında tarımın ve bir bütün olarak köylülüğün kaderi, çokuluslu şirketlerin insafına terkedildi. Bu dönemde, ekonominin IMF ve Dünya Bankası denetiminde neoliberal yeniden yapılandırılışına paralel olarak, kamu harcamalarını azaltmak ve gıda piyasalarını liberalleştirmek amacıyla birçok yapısal reform ve tedbir uygulamaya konuldu. Tarım sektörünü daha da liberalleştirmeyi hedefleyen ekonomik reform politika paketlerinin yürürlüğe girmesiyle birlikte tarımın önemli ölçüde devletin koruma alanından çıkması ciddi bir ivme kazandı. Art arda gelen liberalleşme dalgaları sırasında, fiyat ve girdi destek politikaları pek çok ürün için değişti ve azaldı, devlet tarafından üreticilere verilen ucuz kredilerde önemli düşüşler yaşandı. Tarımsal sanayideki kamu iktisadi teşekküllerinin özelleştirilmesi ve tarım satış kooperatiflerinin yeniden yapılandırılması kapsamında yasal düzenlemeler yapıldı. Kısacası, pek çok sektörde tarımsal üreticiler yeni piyasa koşullarının belirsizlikleri ve gelgitleriyle başbaşa bırakıldılar.
Metalaşma: Daha önce alışveriş kapsamının dışında kalan şeylerin piyasanın hükmettiği alana girmesini anlatan süreç. Tarım ve gıda sektörünün küreselleşmesi ve turizmin büyümesi, Türkiye’nin kırsal bölgelerinde toprağın yeni kullanım şekillerinin ortaya çıkmasına yol açtı. Artık tarım, toprağın tek olası kullanım şekli olarak düşünülmüyor. Türkiye’de 1980 sonrası dönemde turizm sektörünün büyümesi, topraktaki metalaşma sürecini hızlandırdı. Ağırlıklı olarak şehirli orta sınıflar tarafından kullanılan yazlık siteler ile oteller, plajlar, eğlence ve tatil merkezleri, golf sahaları gibi turizm tesislerinin artan toprak talebi, uzun yıllardır ekilen biçilen toprakların turizm amaçlı kullanımına yol açtı. Yazlık ev talebinin artması, özellikle mera alanlarının azalmasına neden oldu. Kırsal bölgelerde ve özellikle kıyı bölgelerinde toprağın ticarileşmesi ve metalaşmasına paralel olarak meraların yasal statüsü ve intifa haklarıyla ilgili ihtilafların son yıllarda arttığı görülüyor. Metalaşma süreci tarımsal üretimde kullanılan diğer girdiler içinde geçerli bir durum. Şimdilerde çiftçilerin kendi ihtiyaçları olan tohuma sahip olma kadim geleneği ortadan kalkıyor. Üretici çiftçi, çokuluslu agro-endüstri tekelleri lehine tohum üzerindeki egemenliğini kaybediyor. Monsanto, Pioneer, Novartis, DuPont, Bayer ve Cargill gibi az sayıda firma her yıl artan oranlarda piyasaya hâkim olmaktadır. Bu firmaların çoğu aynı zamanda tarım ilaçlarının üreticileri ve satıcılarıdır. Tarım ilaçları üreticisi 10 çokuluslu agro-endüstri devi pazarın %84’ünü elinde tutuyor. Ayrıca son yıllarda kredi piyasaları da bir hayli ticarileşti. Bu, üreticilerin devlet bankaları ve devlet destekli kredi kooperatiflerinin sağladığı kredilerden faydalanabildikleri önceki dönemlerle karşılaştırıldığında radikal bir değişimdir. Şimdilerde özel bankaların ve yabancı sermayeli bankaların kredi payları hızla artmaktadır.
Tarımsal Stratejiler: Neoliberal politikalar sonucu tarımsal piyasada giderek artan belirsizliğe karşı çiftçiler bazı stratejiler geliştirmektedirler. Bu stratejilerden sözleşmeli tarım ve ürün çeşitlenmesi üzerinde durulabilir. Sözleşmeli çiftçilik, girdi kullanımı ve üretim sürecine dair kararların alıcılar tarafından belirlenmesi, doğa olaylarına bağlı üretimde yaşanacak aksama ve zararların tazmin edilmemesi, üretimden kaynaklı risklerin eşit şekilde paylaşılmaması, buna karşın kalite standartları konusunda çok sıkı kurallara uyulması gibi sözleşme koşulları genel olarak alıcılar lehine belirlendiği için çiftçileri dezavantajlı bir konuma sokmaktadır. Çiftçilik sözleşmelerindeki üreticiler aleyhine bu tür dengesizliklerin üreticileri yıldırmadığı ya da cesaretlerini kırmadığı görülür. Burada karşımıza çıkan paradoksal durum, tarıma damgasını vuran dönüşümleri göz önüne aldığımızda kolayca çözülür. Devletin alıcı olmaktan büyük ölçüde imtina ettiği ve piyasaların gölgesinde belirsizliğin ve istikrarsızlığın hüküm sürdüğü bir ortamda tarımı kumar olmaktan çıkartacak üreticiler açısından belki de yegâne seçenek sözleşmeli tarımdır. Bir başka strateji olarak piyasada ayakta kalabilmek için son yıllarda üreticilerin önemli bir bölümünün geleneksel olmayan ürünlere yöneldiğini görüyoruz. Ürün çeşitlendirme stratejisinin ortaya çıkmasında devletin geleneksel ticari ürünler için uyguladığı korumacı politikalardan vazgeçmesinin ve alıcı şirketlerin gölgesine bu ürünler için piyasaların giderek daha istikrarsız hale gelmesinin önemli bir payı olmuştur. Türkiye’de birçok yerde bu eğilimi görmek mümkün. Örnek olarak Karadeniz’in kıyı köylerindeki çay ve fındık üreticileri için durum budur. Tütün ve pamuk gibi “geleneksel” ihracat ürünlerine verilen devlet desteğinin inişe geçmesiyle birlikte, bu ürünlerin ekimi ciddi oranda azaldı. 1990’lı yıllardan beri Akdeniz’deki sera yetiştiricilerinin sayısı durmadan artmaktadır.
Gıda Sanayi: Sanayi kapitalizminin ilk dönemlerinde, kârların artması için ücretlerin düşürülmesi, ücretlerin düşürülmesi için de işçinin yiyip-içtiği gıda maddelerinin ucuzlatılması gerekiyordu. İşte gıda endüstrisi ve bir bütün olarak agro-endüstri bu aşamada devreye girdi, aşama aşama tarım sanayileşti. Son otuz yıldır yaşanan küreselleşme ile ulusal piyasaları düzenlemede devletin rolünün azalması, gıda üretimi, dağıtımı ve tüketiminde katmanlaşmanın artmasını beraberinde getirdi. Türkiye tarımındaki değişikliklerin ve gıda üretim sektöründeki dönüşümlerin birbirleriyle yakından alakalı oldukları muhakkak. 1980’lerden bu yana tarımsal üretim ve gıda sanayinde uluslararası sermayenin rolü önemli ölçüde büyüdü. Türkiye’nin önde gelen Sabancı, Koç, Yaşar, Tekfen gibi yerli sermaye grupları giderek büyüyen ölçeklerde, çokuluslu şirketlerle ortaklıklara girerek et, süt ve sütlü mamuller üretimi, gıda paketlemesi, sebze ve meyve işlenmesi ve dondurulması, çay üretimi, tam ve yarı hazır gıda üretimi, gıda pazarlaması ve perakendeciliği gibi sahalarda faaliyet göstermeye başladı. Köy-Tür ve Piyale gibi gıda üreticileri de yine yabancı şirketlerle ortaklıklar kurarak üretim hacimlerini ve ürün çeşitlerini artırdılar. McDonald’s, Pizza Hut ve Burger King gibi fast-food devleri Türkiye piyasasına girdi ve büyük yatırımlar yaptı. Çokuluslu gıda şirketlerinin büyük ölçekli ve yüksek teknolojili tesislere yatırımlarının artmasıyla birlikte Türkiye’deki gıda üretim yapısının uluslararası tarım ve gıda endüstrisinin bir parçası olma yönünde hızla dönüşmektedir. Çokuluslu gıda şirketlerinin, son yıllarda artan bir şekilde, özellikle fikrî mülkiyet alanında yatırım yaptıklarını ve bu alandaki üstünlüklerine dayalı genişleme stratejileri benimsediklerini söyleyebiliriz. Bu fikrî ve sınai varlıklar tanımının içerisine, araştırma ve geliştirme, farklılaştırılmış ürünler, patent hakları ve markalar dâhildir. Dünya gıda sektöründe son birkaç onyıl içerisinde yaşanan en önemli gelişmelerden bir tanesi, uluslararası ticaret için yapılan üretimde önemli bir artış olmamasıdır. Bunun yerine, önde gelen eğilim, zaten varolan piyasalarda faaliyet gösteren firmaların çokuluslu gıda şirketleri tarafından devralınması ile çokuluslu büyük gıda şirketleri arasındaki birleşme faaliyetleridir.
Süpermarketleşme: Türkiye’de 1980’lere kadar gıda perakende sektörünün yapısını küçük ölçekli, bağımsız ve tek yerde faaliyet gösteren dükkânların belirlediğini biliyoruz. Bu dükkânların yanı sıra Gima ve Migros gibi özel sektöre ait çok az sayıda süpermarket zinciri gıda alışverişleri yapılan mekânlardı. 1980’li yılların ortalarından itibaren gıda perakendeciliği sektörünün yapısı önemli ölçüde değişmeye başladı. Büyük satış alanlarına sahip süpermarketlerin ve buralardan alışveriş eden insanların sayısı arttı. Bu değişikliğin altında birbiriyle ilişkili iki ana faktörün yattığı söylenebilir. Birincisi, 1980’li yılların sonlarına doğru yabancı perakendeci şirketler Türkiye piyasasına girdi. Bunların hemen akla gelenleri arasında, Fransız Carrefour’u, Belçikalı GIB’ı, Alman Metro’yu ve Hollandalı Spar’ı sayabiliriz. İkincisi, Sabancı, Koç, Doğuş ve Tekfen gibi imalat ve finans sektörlerinin önde gelen yerli sermaye grupları perakende sektörüne de yatırım yapmaya başladı. Bu iki gelişme birbiriyle ilişkiliydi çünkü bu sektörde faaliyet göstermeye başlayan yabancı şirketlerin çoğu, yerli sermayeyle ortak girişimler kurmak yoluyla Türkiye piyasasına girdiler. Gıda perakendeciliği sektöründe yaşanan bu “süpermarketleşme”nin gıda perakendeciliği ve gıda üretim sektörleri arasındaki ilişkiler açısından önemli sonuçlar doğurduğunu söylemek mümkündür. Artık gıda üreticisi firmalar için tüketici pazarına ulaşmanın yolu sadece çok sayıda küçük ölçekli dükkânla ya da toptancıyla dağıtım anlaşmaları yapmaktan geçmiyor. Bu pazara ulaşmak için, ürünlerin kalitesi ve fiyatları, dağıtım koşulları ve raf alanı gibi konularda önde gelen süpermarket zincirleriyle pazarlık yapmak, gıda üreticileri için bir zorunluluk haline geliyor. Bu durumun, büyük yerli sermaye gruplarının gıda perakendeciliğine girmelerine neden olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’de gıda imalat sektöründe faaliyet gösteren büyük sermaye gruplarının gıda perakendeciliği işine de soyunmalarını sadece ticari faaliyetlerin çeşitlendirilmesiyle açıklayamayız. Bu durumu, genel olarak gıda ve tarım sektöründe tohumculuktan, gıda üretimi ve perakendeciliğe dikey entegrasyon oluşturma çabalarının bir parçası olarak da görebiliriz. Örneğin, Maret şirketinin sahibi Koç şirketler grubu, aynı zamanda Migros süpermarketler zincirinin de kontrolünü elinde bulundurmaktadır. Benzer şekilde, Fransız Carrefour’la gıda perakendeciliği sektörüne giren Sabancı şirketler grubunun, alt kuruluşları vasıtasıyla margarin üretiminden kahveye ve suya kadar birçok alanda yatırımları bulunmaktadır.
Göç Olgusu ve Ücretli Emek Oluşumu: Kırsal nüfusun köyden kopuş ve ücretli emek oluşum süreci üç farklı model altında incelenebilir. Birincisi 1980’lerin sonuna kadar hüküm süren, kademeli kentleşmeyle nitelenen ve köyle ilişkilerin uzun bir süre boyunca korunduğu bir modeldir. Bir yandan kayıt dışı konut düzenlemeleri yeni gelenlerin şehirle ekonomik ve sosyal anlamda bütünleşmesine ciddi ölçüde katkıda bulunduğu diğer yandan da emek piyasalarının önemli bir kısmı kayıt dışılık özellikleri gösterdiği için bu ücretli emek oluşum modeli, “kayıt dışı yollarla kısmi proleterleşme” şeklinde adlandırılabilir. Bu modelin belirgin özelliği ücret gelirinin yaşam gereksinimlerinin ve hanenin yeniden üretimle ilgili ihtiyaçlarının ancak bir kısmını karşılamasıdır. İkincisi “geçici süreli proleterleşme”dir. Bu modeli birincisinden ayıran en önemli özellik, kırdan tam kopuş yerine kısa ya da orta vadeye yayılabilen geçici süreli ücretli emek oluşumuna dayanmasıdır. Bu model küreselleşme döneminde özellikle tamamen ticarileşmiş kıyı bölgelerinde gözlenmektedir. Başka bir deyişle, köylülerin asıl ikametgâhları kırsalda kalmaya devam eder, ancak ücretli istihdam için köylülerin sık sık mevsimsel ya da daha uzun süreli yer değiştirmeleri gerekmektedir. Türkiye tarımındaki küreselleşmeye ve devletin tarım politikalarının nitelik değiştirmesine paralel olarak, kırsal haneler için tarım dışı gelirler giderek daha çok önem kazandı ve bu da “geçici süreli proleterleşme” diye adlandırılan ücretli emek oluşumunu beraberinde getirdi. Üçüncü proleterleşme modeli, 1980’lerden sonra özellikle Kürt nüfusun zorla yerinden edilmesi ve kitlesel özellikler gösteren Kürt göçüyle alakalıdır. Köylerinden çıkarılan ya da güvenlik olmadığı için köylerini terk etmek zorunda bırakılan bu köylülerin büyük çoğunluğu için geri dönebilecekleri toprak ya da köy kalmamıştır. Bu göçmenlerin yeniden üretimlerinin tamamı nakit gelirine bağlıdır; ancak başta Doğu ve Güneydoğu’dakiler olmak üzere şehirlerdeki iş imkânları yeterli değildir. Ücret gelirinin dışında güvenebilecekleri bir gelir kaynağı yoktur. Bu yüzden bu emek oluşum modeli, “zorla mülksüzleştirilmeye dayalı zorunlu bir kısmî proleterleşme” şeklinde tasvir edilebilir.
Köylü Hareketleri: 2000’li yıllarda, özellikle Via Campesina örneğinde çok açık olarak görülebileceği gibi, köylü hareketleri uluslar ötesi bir hal aldı. Birçok ülkedeki çiftçiler uluslararası şirketlere ya da FAO gibi uluslararası örgütlere karşı eylemlerde Via Campesina çatısı altında bir araya gelebiliyorlar. Bu tür ittifakların ortaya çıkmasında özellikle Dünya Ticaret Örgütü ve politikalarına karşı yapılan muhalefet çok önemli bir rol oynadı. Tek başına, “gıda egemenliği” kavramının uluslararası birçok siyasi platformda tartışılmaya başlaması bile Via Campesina’nın siyasi etkinliği hakkında bize bir fikir verebilir. Uluslararası şirketler tarafından yapılan büyük toprak alımlarına karşı birçok ülkede muhalefetin örgütlenmesinde Via Campesina çok önemli bir rol oynadı. Türkiye’de de köylülerin başını çektiği siyasi örgütlenmelerde ve toplumsal hareketlerde son zamanlarda bir çoğalmadan bahsedilebilir. Bu çerçevede ilk akla gelen örneklerden birisi Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu (Çiftçi-Sen) ve bu sendikanın başını çektiği muhalefet hareketleri. Via Campesina’nın öncülük ettiği birçok toplantıya ve kampanyaya temsilcileriyle katılan Çiftçi-Sen kuruluş bildirgesinde neden kurulduklarını açıklarken özellikle son dönemde küresel şirketler ve uluslararası kuruluşların hegemonyası altında tarım sektöründe yaşanan yeniden yapılanmaya vurgu yapıyor: “Dünyanın yeniden yapılandırıldığı bu süreçte Türkiye tarımı tahrip ediliyor, çiftçiliği ortadan kaldırıp yerine şirket tarımcılığını ikame edecek ekonomik, sosyal, politik adımlar atılıyor. Oysa tarım bir kültür ve yaşama biçimidir. Şirketlere bırakılamayacak kadar hem üreticiler hem de tüketiciler için yaşamsal önemdedir.” Son zamanlarda Doğu Karadeniz bölgesinde su kaynaklarının özelleşmesi, Akkuyu’da yapılması planlanan nükleer santral için yapılan çevre düzenlemeleri, muhtelif yerlerdeki orman özelleştirmeleri ve Bergama’daki madencilik yatırımlarına karşı çıkılıyor. Buralarda da özellikle o bölgelerde yaşayan köylüler tarafından mevcut uygulamalara ve ticari anlayışa karşı muhalefet hareketlerinin örgütlendiğini ve sürdürüldüğünü görüyoruz. “Fındıklı Derelerini Koruma Platformu” Doğu Karadeniz’de son yıllarda sayılan giderek artan Hidro-Elektrik Santrali (HES) yatırımlarına karşı mücadele veren çok sayıda yerel örgütlenmeden birisi. Son dönemlerde neoliberal politikalara karşı uluslararası köylü hareketlerinin Türkiye de dâhil dünyanın hemen hemen her yerinde çoğalarak devam etmesi, belki de “toplumun kendini koruma” sürecinin bir parçası.
İlyas Çetin