Amélie – Süleyman Ceran

ŞEHRİN BARIŞÇIL SESLERİNİ DUYAN, HERKESE YARDIM EDEN KIZ: amélie
Başlangıç sekanslarını her zaman önemsemişimdir. Filmlerin karakteri hakkındaki ip uçlarını, ne’liğini, nasıl’lığını aslında hep bu kareler ele verir. Eğer bir Tarantino filmi izliyorsanız, filmin adı da “Kill Bill” ise, karşınıza çıkan ilk görüntülerde dağılmış suratlarla birlikte “İntikam en iyi soğuk servis edilen bir yemektir.”

(Revenge is a dish best served cold) cümlesi çıkıyorsa, böylesi bir filmin, hayatın inceliklerine doğru yalın bir bakış fırlatan mûnis bir çalışma olmasını beklemezsiniz. Halbuki, sizlerle paylaşmak istediğimiz Amélie’yi izlemeye başladığınızda, karşınızda ilk önce, yeşilliklerin arasında bir terasta rüzgârdan dolayı inip kalkan bir masa örtüsü ve üzerinde de zarif bardakları görürsünüz. Sonra, parke döşeli bir sokak karşılar sizi. Kaldırımın kenarından aşağı doğru şırıl şırıl sular akmaktadır. Her yerde bahar izini bırakmıştır ve bir arı vızıldayarak sokak boyunca ilerler. Fonda, film boyunca akordeon ağırlıklı bir müzik size eşlik edecek ve asla yalnız bırakmayacaktır.
Daha filmimizin Cast’ı yayınlanmakta olmasına karşın incelik bombardımanına tutulacaksınız dememiz yanlış olmaz. Kahramanımız Amélie Poulain’in (Andrey Tautou), çocukluk görüntüleri bize dünyanın neresinde olursa olsun çocuk psikolojisinin değişmeyeceğini anlamamızı sağlıyor. Öyleki, Amélie parmaklarıyla tuhaf sesler çıkartıyor, yüzünü cama dayayıp dil çıkarıyor, yaprakları üfleyerek ses çıkarmaya çalışıyor, şişe dibi gözlükler takıp türlü şirinlikler yapıyor ve kendisiyle ilgili bir dolu ip ucunu avuçlarımızın arasına, daha öykü başlamadan, ansızın bırakıveriyor.
Filmin en ilginç yanlarından biri, karakterlerin iç dünyalarına çabucak girmemize izin veren sürprizlerle dolu olması. Her bir karakterin nelerden hoşlanıp nelerden hoşlanmadığını bize anlatan bir ses, elimiz ayağımız oluyor böyle durumlarda. Duvar kağıtlarını yolmaktan, alet çantasını düzeltmekten, parmaklarını kıtlatmaktan, boynuzlanan matadorları izlemekten, plastik koruyucuların baloncuklarını patlatmaktan, içi sıvı dolu çanağın zeminde bıraktığı sesi dinlemekten haz eden karakterleri gördüğümüz gibi, ellerinin sıcak suda buruşmasından, sabah kalkınca çarşafın yüzünde iz bırakmasından, oğlunun önünde aşağılanan babaları görmekten nefret eden karakterleri de görüyoruz. En insani yönlerimize, zekanın sonsuz kıvrımlarını kullanarak sokulan yönetmen, film boyunca bizi şaşırtmayı da ihmal etmiyor.
Amélie’yi ilk izlediğimde(2001) sinema salonundan yüzümde hoş bir ifade ile ayrıldığımı ve birkaç gün boyunca bu “hoş”lukla gezindiğimi hatırlıyorum. İran Sineması’nın “irfani” dediği, küçük bir senaryodan hareketle yapılan filmlerle bir benzerliği var Amélie’nin. Filme baktığımızda, bir garda dört fotoğrafı 20 franga çeken bir fotoğraf kabini vardır ve burada fotoğraflarını beğenmeyen insanların yırtıp attıkları fotoğrafları yeniden birleştirerek koleksiyon yapan bir genç bulunmaktadır. Fotoğraf albümünün içinde biri vardır ki, bir çok kez fotoğraflarını yırtıp atmış garip biridir. Filmin birbirinin içine geçmiş konularından birini işte bu adamın kim olduğu sorusudur.
Amélie Poulain’a gelince: Her gün bir incir ve üç fındık yiyen, küçük şeylerin çekiciliğine karşı her zaman duyarlı olan, suda taş sektirmeyi bir iş gibi aşkla yerine getiren ve sorulduğunda “sakinleşmek için suda taş sektiririm” diyecek kadar önemseyen, sinemada karanlıkta etrafa bakıp insanların yüzlerine bakmayı, kimsenin göremeyeceği detayları yakalamayı, elini çekirdek çuvallarına daldırmayı seven ama eski amerikan filmlerindeki yola bakmadan araba kullananlardan hoşlanmayan çizgi film kahramanı gibidir.
Kendi hayal dünyasında yaşar O. Lady Diana’nın ölüm haberini izlerken, elinden düşen şişe kapağının çarptığı gizli bir yerde bulduğu kutuyu sahibine ulaştırma çabası, karşılığında yaptığı iyiliği film boyunca yaygınlaştırmaya yönelen bir bilince dönüşmesi, O’nun “sistematik iyilikler” yapmaya başlamasına neden oluyor.
Film sırtını genç oyuncu Andrey Tautou’ya dayamakla birlikte, emekli olan bir bilet zımbacısının evde, sıkıntıdan zakkumları zımbalayamaya başlaması, bir kolu olmayan manav çırağının Hindibağlarını çok değerli bir şeymiş gibi taşıyarak işini aşkla yaptığını göstermeye çalışması, oğlunun on beş yaşına kadar diş macununu dahi hazırlayıp veren düşkün anne, başarısız bir yazar, karşılıksız aşklar, “Kristal Adam” Dufayel’in her yıl aynı resmi yapması gibi ayrıntılar filmi zenginleştiriyor. Bütün bu göstergeler yönetmen Jean-Pierre Jeunet’in, diğer filmlerindeki gibi, detaylardaki farklılığının altını ısrarla çiziyor.
Bu filmin hiç kötü bir tarafı yok mu? diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Her şeyde olduğu gibi bir filme de neresinden bakarsanız orasını göreceksiniz her zaman. Amélie’nin inceliklerini görmek isterseniz onu görürsünüz, ama filmdeki ahlâk anlayışlarının farklılığından kaynaklanan göstergelere takılırsanız filmin güzelliklerinden mahrum kalırsınız. Ben her zaman bardağın dolu tarafına odaklananların, boş yanına bakanlara göre susuzluklarını gidermede daha şanslı olduklarına inanmışımdır. Maksat susuzluğu gidermekse tabii.
Trevor McKinney ile Amélie’yi buluşturan çizgi!
2000 yılında piyasaya giren, başrollerini Kevin Spacey ve geç oyuncu Haley Joel Osment’in paylaştığı İyilik Yap İyilik Bul (Pay It Forward) adlı filmde alkolik bir annenin oğlu olan Trevor McKinney, bir gün çok değer verdiği öğretmenlerinden Bay Simonet ona ve sınıf arkadaşlarına bir ödev olarak, “Dünyayı değiştirecek bir fikir bulun ve uygulayın” der. Bunun üzerine Trevor, sıkı bir projeyle çıkagelir. Herkes birine koşulsuz iyilik yaparsa ve iyilik gören de bunun karşılığında üç kişiye daha iyilik yaparsa, genişleyen halkalar yoluyla dünyanın çok daha yaşanılası bir yer olacağını fark eder ve projesini uygulamaya koyar ve O da “sistematik iyilikler” yapmaya başlar.
Bu iki filmin iki kahramanı, şehrin barışçıl seslerini duyan herkese art niyetsiz yardım eden kız Amélie ile, dünyayı değiştirecek en büyük projenin iyilik yapmak olduğunu keşfeden Trevor, aynı noktada buluşuyorlar, yani, en büyük erdem karşılıksız ve bilinçli bir şekilde iyilik yapmaktır. Bu düşünceler üzerine kurulu bu filmler, ayrı bir çizginin ipuçlarını da veriyorlar.
Hollywood, iyilik meleği mi olmaya karar verdi?
Cinselliğin, şiddetin ve sırıtkan amerikan propagandalarla dolu filmlerin limitini doldurmaya başladığını gören Hollywood, son yıllarda yeni bir stratejiye yöneldi: Hükümet projelerini sıkı bir şekilde eleştiren, geçmişiyle yüzleşebilen (Son Samuray gibi), insani değerler üzerine kurulu alternatif ama içten içe yine kendi propagandasını yapan çalışmalara evrildiler. “Son Samuray” filminde, kahramanımız amerikan destekli Japon Hükümetine karşılık samuraylarla birlikte olup çarpışıyor ama filmin sonunda Japonya kralına amerikanvâri akıl vermeyi de ihmal etmiyor. Şunu belirtmekten geri durmamak lazım: Hollywood’daki hiçbir proje abd’nin stratejilerinden bağımsız olarak algılanmamalıdır.
Son söz olarak Avrupa sinemalarının Hollywood’a göre çok daha duyarlı olduğunu, bunu, İran sineması’nın “irfan”ıyla harmanlamanın çok daha sağlıklı sonuçlar ve yeni anlayışlar doğuracağını söylememiz gerekir.
Andrey Tautou (09.08.1978 Beaumont Fransa doğumlu)
Sinematografi: 1. La Vérité est un Vilain Défaut (1995) 2. Coeur de Cible (1995) 3. Bébés Boum (1998) Elsa 4. Chaos Technique (1998) Lisa 5. La Vieille Barrière (1998) 6. Instituto de Beleza Vênus (1999) Marie 7. Voyous Voyelles (1999) Anne-Sophie 8. Épouse-moi (2000) Marie-Ange 9. Le Libertin (2000) Julie d’Holbach 10. Le Battement D’ailes du Papillon (2000) Irène 11. O Fabuloso Destino de Amélie Poulain (Le Fabuleux Destin d’Amélie Poulain, 2001) Amélie Poulain 12. Dieu est Grand, Je Suis Toute Petite (2001) Michèle 13. À la Folie… Pas du Tout (2002) Angélique 14. L’Auberge Espagnole (2002) Martine 15. Les Marins Perdus (2002) 16. Dirty Pretty Things (2002) Senay
Etiket(ler): , , .Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Bir yanıt yazın