Javier Marías’ın 2002 tarihli Yarınki Yüzün romanının ilk cildini okuduktan sonra, ikinci ve üçüncü cildini merakla beklemekten başka yapacak bir şeyiniz olmuyor. Zira henüz Türkçede yayınlanmış değil kalan kısmı. 21.yy klasiği olarak sunulmasının çok erken ve aşırı bir iddia olarak arka kapakta biraz sırıttığı romanın kahramanı olan Jacques Deza; dil kullanımı, roman kurgusu, kesinlikten yana olan tavrıyla modernist bir yazar olan Marías’ın da romancılık dışındaki meziyetlerinden olan çeviri işiyle uğraşan birisidir. Eski bir Oxford öğrencisi olan kahramanımız, karısından ayrıldıktan sonra Madrid’den tekrar Londra’ya gitmiş ve bir süre dairesinde çocuklarının, geride bıraktığı evinin ve kendisinin içinde bulunmadığı yeni hayatlarının düşünceleriyle dolup taşan melankolik bir vaziyette zaman geçirmiştir. Ölümüne kadar muhabbetini sürdürdüğü üniversiteden eski hocası Rylands vasıtasıyla tanıştığı Oxford profesörlerinden Sir Peter Wheeler’in önerisiyle girdiği istihbarat servisinde sadece metin çevirmenliği değil, İngilizce ve (daha çok) İspanyolca konuşan –İspanyol ya da Güney Amerikalı- insanların bütün davranışlarının; sırlarının, gizlediklerinin, niyetlerinin anlaşılır bir çevirisini yapmakta, izlediği insanlarla ilgili doğaçlama öngörüde –Wheeler, İngilizcede az kullanılan bir kelimeyle, “prescience”la karşılar bunu- bulunmaktadır. Sözgelimi Venezuella lideri Chavez’e darbe yapmayı planlayan kişinin -ya sivil giyimli bir albay ya da sivil giyimli bir albay olduğu izlenimi yaratmaya çalışan bir sivildir- gömleğini pantolonunun içine sokma gibi ufak tefek davranışları üzerinden ciddi bir analizini yapabilmekte, en basit bir sözcük tercihine bakarak yargıya varabilmektedir. Romanın Londra’da geçen bu ana ekseni geçmişle kesişerek ilerler. Deza’nın babası, İspanya İç Savaşı sırasında faşistlerin tarafına geçen en yakın arkadaşının ihanetine uğrayarak ciddi sıkıntılar yaşamıştır. Daha sonra kardeş olduklarını öğrendiği hocaları Wheeler ve Rylands da daha evvel İngiliz İstihbaratı’nda görev yapmışlardır. Bu eksende roman sürekli olarak İspanya İç Savaşı’na, tasfiye edilen Troçkist lider Andres Nin ve o sırada liberallerle ittifak yapan ve devrimi engellemeye çalışan SSCB destekli Komünistler tarafından yasadışı ilân edilerek üyelerinin önemli bir bölümü tutuklanan ve katledilen Marksist parti POUM’un kısa süreli macerasına, George Orwell’in iç savaş sırasında –Orwell hâtıratında yaşanın bir devrim başlangıcı olduğunu, basının bunu kasıtlı biçimde bir iç savaş olarak sunduğunu söyler- milislerle birlikte İspanya’nın çeşitli bölgelerinde savaştığı yılları olanca gerçekliği ve samimiyetiyle anlattığı Katalonya’ya Selam’ından, İkinci Dünya Savaşı sırasında İngiltere’de bütün bir toplumun içine korku ve telaş salan “careless talk costs lives” (pervasız konuşma can alır) kampanyasına kadar birçok noktaya geçiş yapılır.
Ancak birbirine geçen bütün bu farklı noktalar susma-konuşma karşıtlığı etrafında örgülenmiştir, romanın tamamı bu temel eksene atıf yapmakta; anlatmanın, söylemenin, ifade etmenin, konuşmanın mahiyetini tartışmaya açmaktadır. “Pervasız konuşma can alır” kampanyasından söz açan Wheeler’ın konuşmanın yaşayanlara, susmanın ölülere ait oluşu üzerinden söyledikleri gayet çarpıcı. Bütün bir toplumu susturmaya, herkesin birbirine casus gözüyle bakmasına, herkesin ağzından çıkanların aslında değerli sırlar olabileceği paranoyasına kapılmasına yol açan, (aynı zamanda herkesin herkese birçok şey anlatmasına sebep olarak Wheeler’a göre başarısızlığa uğrayan) bu kampanyayla ilgili anlatımları görünce ve Marías’ın atıflarından gaza gelip Orwell’ın Katalalonya’ya Selam’ını okuyunca 1984’ün ne denli somut durumlardan ve yakıcı gerçeklerden yola çıkılarak yazılmış olduğunu anlıyorsunuz. Marías’ın romanı aynı zamanda İspanyolca ve İngilizce arasında okuru dönderiyor, uzun ve kuvvetli cümleler kurmayı seven yazarın hükmettiği sıkı bir metinle karşı karşıya olduğu bilincini henüz ilk sayfalardan itibaren yaratarak okumayı çekici bir hâle getiriyor. Metis yayınlarının internet sayfasında ikinci ve üçüncü cildin yayına hazırlandığı ilân edilmiş. “Ateş ve Mızrak”ın (ilk cildin başlığı bu) sonunda Deza’nın zilini çalan köpekli kadının kimliğini ve romanın gidişatını nasıl etkileyeceğini öğrenmek için biraz daha beklemek gerekecek herhalde. Böylesine zor bir metni Türkçeye başarılı bir şekilde aktaran bir üçüncü çevirmeni, Proust’un Geçmiş Zamanın İzinde eserine attığı imzadan hatırladığımız, Roza Hakmen’i de saygıyla anmak gerekiyor. Wheeler’in uzun söylevlerinden postmodernite karşıtı tadımlık bir bölüm:
Ödlek ülkemizde insanlar çocukluklarından itibaren bu şekilde, aptalca ve cahil olmak üzere eğitiliyor. Bu doğal bir evrim ya da yozlaşma değil, tesadüfi değil, biliçli, kasıtlı ve kurumsal bir şey. Bilinçleri şekillendirmek ya da ortadan kaldırmak (söylemeye gerek yok, kişiliği ortadan kaldırmak) için başlı başına bir plan. Günümüzde kesinlikten nefret ediliyor; önce bir moda olarak başladı, kesinliklere karşı olmak rağbet görüyordu, kafası fazla çalışmayanlar onları dogma ve doktrinlerle aynı kefeye koydular, ne ahmaklık (üstelik aralarında entelektüeller de vardı); sanki hepsi eşanlamlıymış gibi. Ama tuttu, köklendi, hem de inanılmaz ölçüde. Artık kesin ve sağlam olandan, dolayısıyla zamanın içinde sabitlenip kalmış olandan nefret ediliyor; geçmişten nefret edilmesinin nedeni de kısmen bu, geçmişe ancak çağımızın kararsızlığı ya da günümüzün tanımsızlığı bulaştırıldığında tahammül edilebiliyor ve durmadan bu yönde çaba gösteriliyor. Günümüzde bir şeyin var olmuş olduğunu bilmeye, şu ya da bu şekilde var olduğunun kesin olarak bilinmesine tahammül edilemiyor. Aslında artık bunu bilmeye değil, doğrudan var olmuş olmasına tahammül edilemiyor. Başka bir şey değil, sadece bu: var olmuş olması. Bizim müdahelemiz olmadan, biz tartıya vurmadan, nasıl desem, bizim sonsuz kararsızlığımızdan ve müşkülpesent rızamızdan bağımsız olarak. O pek sevilen tereddüdümüzün tarafsız tanıklığı olmadan. Ben dünyaya geldiğimden beri bu kadar kendini beğenmiş bir çağ olmadı Jacobo (sen daha Hitler’le alay et), daha önce de olduğunu hiç sanmıyorum. Unutma ki ben her gün yataktan kalktığımda Birinci Dünya Savaşı’nı ya da sizin hiç hoşlanmadığım, gülünç bulduğum deyişinizle ’14 Savaşı’nı hatırladığımı unutmak için hatırlı bir çaba göstermek, senin gibi daha genç arkadaşların yardımına başvurmak durumunda kalıyorum. Unutma ki benim ilk öğrendiğim ya da duya duya ezberlediğim kelimelerden biri “Gelibolu”ydu; o katliam olduğunda hayattaydım ben, inanılır gibi değil. Çağımız o kadar kendini beğenmiş ki, sanıyorum daha önce hiç görülmemiş bir fenomenle karşı karşıyayız; bugünün geçmişe duyduğu hınç; biz bu dünyada değilken, bizim ihtiyatlı görüşümüz, şüpheci rızamız, daha da beteri, çıkarımız olmadan gerçekleşme cüretini göstermiş olana duyulan hınç. İşin en olağanüstü yanı, bu hıncın, en azından görünürde, bizi dahil etmeden geçip gitmiş bir ihtişamı kıskanmayla, farkında olup da katkıda bulunamadığımız, tatmadığımız, kaçırdığımız, bizi küçümseyen, tanıklık etmediğimiz bir mükemmeliyete duyduğumuz bir nefrete ilgisi olmaması; çünkü çağımızın övüngenliği öyle boyutlara ulaşmıştır ki, geçmişin daha üstün olabileceği fikrini, hatta bu fikrin bir gölgesini, sisini, soluğunu bile kabul edemez. Bizim sınırlarımızın dışında olana, bize bir şey borçlu olmayana, tamamlanmış, dolayısıyla bizim için ele geçirilemez olana karşı duyulan hınçtır bu sadece. Geçmiş bizim denetimimizden, entrikalarımızın ve kararlarımızın dışında kalır; günümüzde ülkeleri yönetenler atalarının zulümleri için istedikleri kadar özür dilesinler, hatta zulüm görenlerin torunlarına onur kırıcı parasal tazminatlar sunarak durumu telafi etmeye çalışsınlar, söz konusu torunlar da bütün çıkarcılıkları ve arsızlıklarıyla paraları seve seve ceplerine indirsinler, hatta talep etsinler, beyhudedir. Bundan daha büyük bir aptallık, daha gülünç bir şey düşünülemez, her iki taraf açısından da: Veren yüzsüz, alan yüzsüz. Ve bu da bir kibir eylemidir; bir Papa kilisesine, bir kral tacına ya da bir başbakan ülkesine, bugün yaşayanlara atalarının suçlarını, o ataların yüz yıllar öncesinde suç olarak görmediği, kabul etmediği suçları atfetme hakkını kendinde nasıl buluyor? Bizi temsil edenler, yönetenler kendilerini ne sanıyorlar ki istediklerini yapma özgürlüğüne sahip olup yapan ve artık ölü olanlar adına özür diliyorlar? Onlar kim oluyor da ölülere karşı çıkıp onların yaptıklarını telafi ediyorlar? Sadece sembolik olsa maskaralıktan ileriye gitmezdi, gurur ve propaganda der geçerdik. Ama eğer gülünç bir şekilde geriye dönük “tazminat” varsa, üstelik de para tazminatıysa sembolizm söz konusu olamaz. Her insan tek bir insandır, kuşaklar sonrası torunlarında, hatta evlatlarında varlığını sürdürmez, kaldı ki bunlar da genellikle vefasızdır; bu sözleşmeler ve jestler tek ve gerçek hayatında gerçekten zarar görmüş olanların, ezilen, işkence görenlerin, köleleştirilenlerin ve katledilenlerin hiçbir işine yaramaz; onlar zamanın ve kuşkusuz bir o kadar uzun olan rezaletin karanlığına gömülmüşlerdir çoktan. Artık bizim için şimdi vekaleten özür dilemek ya da özrü kabul etmek, talep etmek ya da sunmak, onların kavrulmuş somut etleriyle, uçurulmuş kafalarıyla, parçalanmış kemikleriyle ve kesilmiş boğazlarıyla alay etmekten başka bir şey değildir. Yoksun bırakıldıkları, terk ettikleri somut, bilinmeyen adlarıyla alay etmektir. Geçmişle alay etmektir. Hayır, geçmişe tahammül edilemiyor; onu düzeltememeye tahammül edemiyoruz, yönlendirememiş, yönetememiş, ondan kaçınamamış olmaya tahammül edemiyoruz. Bu yüzden de mümkünse geçmişi çarpıtıyor, tahrif ediyor, bozuyoruz; değiştiriyor ya da ayin, tören, simge ve sonunda gösteri hâline getiriyoruz veya her şeye rağmen sanki müdahele ediyormuşuz izlenimi uyandırmak için deşip duruyoruz, onun değiştirilemez olduğunu görmezden geliyoruz. Eğer bütün bunlar mümkün değilse siliyoruz, iptal ediyoruz, sürüyoruz, dışlıyoruz ya da gömüyoruz. Bu yapılıyor Jacobo, ya biri ya diğeri sık sık yapılıyor, çünkü geçmiş kendini savunmuyor, savunamıyor. Böylece günümüzde kimse gördüğü şey hakkında, olan biten hakkında, aslında bildiği şey hakkında, dengesiz ve değişken şey hakkında bilgi sahibi olmak istemiyor. Hiç kimse herhangi bir şeyi kesinlikle bilmeye razı değil, çünkü kesinlikten vebadan kaçılır gibi kaçılıyor. İşte böyle, dünyanın gidişatı bu.
ispanya iç savaşıyla ilgili “Land and Freedom” filmi var… SSCB’nin devrime ihanetini anlatmış Ken Loach, anarşist milislerin gözüyle..
Komünist Partisi’ye üye bir işsiz olan Cumhuriyetçilerin tarafinda savasa katilmaya karar veren David Carr cumhuriyetçi cephede çarpışır Franco ile.. daha sonra Stalin’in desteğini kesmesiyle nasıl muhalif bloğun çöktüğünü, umutların yok olduğunu, David’in gözüyle anlatır… tıpkı Orwell gibi, zaten filmde de çokça yer verilmiş “Katalonya’ya Selam”dan parçalara…
Bir de İspanya iç savaşını anlatan James Bond filmi vardı, adı aklıma gelmedi şimdi..