John Berger, Görme Biçimleri kitabına, eserin temel çıkış noktasına okurun dikkatini çekerek başlar. Aynı isimli televizyon programında ele alınan tartışmalardan yola çıkarak bu kitapta söz konusu meseleleri yazılı bir zeminde daha derinlikli biçimde irdelemeyi amaçlar. Kitap, yedi bölümden oluşmakta ve John Berger ile birlikte Sven Blomberg, Chris Fox, Michael Dibb ve Richard Hollis’in katkılarıyla hazırlanmıştır. Berger’in ifadesiyle okuyucu, bu denemeleri dilediği sırayla okuyabilir. Bu yaklaşım, metnin açık uçlu yapısını ve okurun etkin katılımını teşvik eder.
Kitabın ilk bölümünde Berger, görmenin insanın dünyayla kurduğu en temel ve en erken ilişki olduğunu vurgular. “Görmek, konuşmadan önce gelmiştir. Çocuk, konuşmaya başlamadan önce bakıp tanımayı öğrenir.” Görme, doğuştan gelen bir yeti olsa da, Berger’e göre onun anlamlandırılması kültürel ve belleksel bir bağlam içinde gerçekleşir. Bu nedenle, gördüklerimiz ile bildiklerimiz arasındaki ilişki çoğu zaman net bir şekilde kurulamamaktadır. Örneğin, güneşin batmadığını, yalnızca dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesi nedeniyle güneş ışınlarının bize ulaşmadığını biliriz ancak gözümüz, her gün güneşin “battığını” görür. Bu çelişki, görsel algının kültürel yorumlarla ne kadar iç içe olduğunu ortaya koyar.
Kitap, bireyin içinde bulunduğu evrende konumunu anlamlandırma çabasında görsel deneyimin ve görsel yorumun önemine dikkat çeker. Dil, yaşamı anlamlandırma yolunda temel bir araç olsa da Berger’e göre görmenin ardından gelir çünkü dil, büyük ölçüde görüleni ifade etmeye çalışan bir sistemdir. Berger, bireyin düşünsel yapısı ve inanç sisteminin, nesnelere yönelik algısını doğrudan etkilediğini ifade eder. Bu bağlamda, bir resme bakışımızın ve onu tanımlarken kullandığımız sözcüklerin, görüntü ile bakan arasındaki ilişkiyi nasıl şekillendirdiği kitapta sıkça vurgulanır.
Kitabın ikinci, dördüncü ve altıncı bölümleri yalnızca görsellerden oluşur. Bu bölümlerde okuyucu, herhangi bir dış yönlendirme olmadan imgelerle baş başa bırakılır. Bu yaklaşım, okurun yalnızca bakmaya değil, görmeye ve düşünmeye davet edildiği bir deneyim sunar. İlerleyen sayfalarda, bu görsel düşünmenin önemi Van Gogh’un bir tablosu üzerinden örneklenir. İlk olarak altyazısız bir şekilde sunulan tablo, daha sonra bir anlatımla birlikte yeniden gösterilir. Bu iki aşamalı sunumda, okuyucunun tabloya dair ilk imgesi ile sonrasında oluşan imgesi arasında kayda değer bir değişim gözlemlenir. Berger, bu durumu “imgenin sözü aydınlatması” biçiminde özetler. Aynı zamanda, imgelerin nasıl yönlendirilebildiğine dair güçlü bir örnek sunar: “Resimler söylenenleri, sözsel yetkeleri doğrulamak için alıntı olarak kullanılıyor.”
Kitabın Türkçe baskısında görsellerin siyah-beyaz basılmış olması, okurun görsel algısını etkileyebilecek bir unsur olarak değerlendirilebilir. Renklerin yokluğu, imgenin anlamlandırılmasını zorlaştırsa da Berger’in yaklaşımıyla, her görselin yeniden canlandırılma potansiyeli olduğu söylenebilir. Bu noktada, imgelerin tekrar ve çoğaltılma yoluyla yeni anlamlar üretme kapasitesine de vurgu yapılır. Yazar, bu durumun zamanla imgelerin etkisini sıradanlaştırdığını savunur.
Üçüncü bölümde Berger, kadının tarihsel ve toplumsal temsiline odaklanır. İkinci bölümdeki görsellerin ardından bu temaya geçilmesi, okuyucunun zihninde bir farkındalık yaratır. Berger, Avrupa sanatında yer alan kadın temsillerini inceleyerek, kadın bedeninin tarih boyunca nasıl bir “bakış nesnesi” hâline getirildiğini tartışır. Erkek egemen sanat anlayışının kadını, sadece izlenilecek bir nesneye dönüştürdüğünü ve bu durumun zamanla kadının kendisine olan bakışını da şekillendirdiğini ifade eder. Kadının hem bakan hem de bakılan konumunda olması, onun özne değil nesne olarak konumlandırılmasına neden olur. Berger’e göre bu kalıp, medya ve kitle iletişim araçları yoluyla yeniden üretilmekte ve daha da görünür kılınmaktadır. Kitle iletişiminin ve medya araçlarının günümüzdeki geldiği nokta ve aktif gelişimini düşündüğümüzde Berger’in ifadesi daha da alenî hâle gelmektedir. Bir imgeyi yaratmak, çoğaltmak, taşımak; o imgenin pekişmesini ve yeni imajların ve imgelerin inşasını beraberinde getirmekte olduğuna hemfikir oluruz. Bu bağlamda, imge üretimi ve yayılımı, yalnızca sanatsal değil aynı zamanda ideolojik bir araç haline gelmiştir.
Berger, kitabın ilerleyen bölümlerinde sanatın tarihsel işlevine de eğilir. Özellikle yağlı boya resim geleneğinin, yönetici sınıfın mülkiyet anlayışını ve kendini temsil etme biçimini nasıl yansıttığını gösterir. Sanatçının döneme göre aldığı biçim, sanatın da egemen sınıfların denetiminde şekillendiğini gösterir. Berger, bu durumu şu şekilde açıklamaya çalışır gibidir: Tüm yönetenler birbirine benzer fakat tüm yönetimler kendi içerisinde kendi portrelerini kendi dinamikleriyle yaratırlar.
Bu düşünce, günümüz siyasetinde de geçerliliğini korur. Siyasetçilerin kendilerine ait bir “portre” yaratma çabası, onların meşruiyetini ve otoritesini güçlendirme arzusuyla doğrudan ilişkilidir. Bu noktada Berger’in tespiti dikkat çekicidir: “Reklamcılar, yağlı boya resim geleneğini sanat tarihçilerinden daha iyi anlamışlardır.” Reklam afişleriyle yağlı boya resimleri arasında kurulan bağ, imgelerin nasıl bir iktidar aracına dönüştüğünü gözler önüne serer. Berger, okuyucuya sorular yönelterek bu imgelerin toplumsal işlevi üzerine düşünmeye davet eder. Görsel kültürün tüketim toplumundaki rolü, Berger’in çerçevesinden bakıldığında yalnızca bir estetik mesele değil, aynı zamanda politik bir mevzudur da.
Sonuç olarak Görme Biçimleri, okuyucusunu yalnızca imgeleri izlemeye değil, görsel kültürle kurduğu ilişkiyi sorgulamaya davet eden güçlü bir eserdir. Kitap, hazır çıkarımlar sunmak yerine düşünmeye ve yorumlamaya açık bir alan yaratır. Berger’in kapısını araladığı bu dünya ancak okuyucunun aktif katılımıyla tamamlanabilir.
*Berger, J. (2020). Görme Biçimleri. (Y. Salman, çev.). İstanbul: Metis Yayınları.