Dün gece, son sözlerimi yazdıktan yaklaşık bir saat sonra, yatağımda uzanmış, bilinç ve azap arasında asılı kalmıştım. Dışarıda, gök kükrüyordu. Gök gürültüsüyle değil, hayır; gök gürültüsü Allah’ın sesidir. Bu, insanoğlunun gök gürültüsüydü! Patlamalar, şeytanların kahkahaları gibi! Sivrisinekler, sanki bu gece en küçük yaratıklara bile kan sözü verilmiş gibi tenimle ziyafet çektiler.
Daha sonra, Allah beni affetsin, yalan söylemiyorum, pencere başımın üstünde patlayarak açıldı ama bu rüzgâr değildi. Hayır, cehennemin nefesiydi! Ateş bir hırsız gibi içeri girdi, zalim diliyle duvarları yaladı. Taşlar düşmeye başladı, sanki evin kendisi hala ayakta durmaktan utanıyormuş gibi!
Çığlık attık. İsimler, dualar, hiçlik… Babamın sesi de onların arasındaydı, ta ki kafasındaki kanama nedeniyle susturulana kadar. Ellerimi yarasına bastırdım. Ağlamadım, gözyaşlarının ötesindeydim. Titredim, korkudan değil, hâlâ var olduğum gerçekliğinin dayanılmazlığından!
Yarasının önemsiz olduğunu söylediler lâkin Gazze’de küçük olan nedir? Acıdan inşa edilmiş bir yerde “küçük acı” nedir?
Komşumuzun evi, dört metre ötede. Gitmiş. Sanki hiç olmamış gibi. Uyuyorlardı. Günah işleyecek zamanları bile olmadı. İki çocuk, melekler, eğer hâlâ böyle varlıklar varsa… Yandılar. Ölümlerini tarif edemem çünkü tarif edecek bir şey kalmamıştı. Bir ceset bulundu. Diğerleri dağılmıştı; kül ve toz hâlinde… Size söylüyorum: Tozun bile hafızası vardır ve çatılar artık çığlıkların anısını taşıyor.
Hayatta kaldık.
Peki, hayatta kalmak nedir? Hayat mıdır? Bu bir lütûf değildir. Sadece ölümle yapılan bir anlaşmadır: Bu gece olmasın!
Mahalle şimdi Kabil gibi yürüyor, işaretlenmiş, geziniyor ve sessiz. Yüksek sesle ağlamıyorlar. Gazze’de keder o kadar yaygın ki, sesini yükseltmeyi unutmuş!
Ama işte ben, Allah yardımcım olsun, sadece onlar için ağlamıyorum. Dünya için ağlıyorum; bir dünya fikri için… Bu nasıl bir yaratılış ki böyle şeyler tekrarlanıyor ve hâlâ insanlar bombalar ve muktedir hükümetler inşa ediyor?
Aynaya bakıyorum ve kendimi değil, bir tanığı görüyorum: merhametin saçmalığına ve cennetin sessizliğine bir tanık! Artık adalet istemiyorum. Soruyorum: Sadece bunu yaşamak için neden doğduk?
Artık Endonezya hastanesine gitmiyorum.
Yaşamın artık korunmadığı, sadece ertelendiği bir yerde hastanelerden bahsetmek ne büyük bir aptallık! Bir zamanlar, ah, ne kadar acı bir şekilde inanmıştım, ölmekte olanların arasında bir doktorun varlığının kutsal bir şey olduğuna; boşluğa karşı son bir direniş olduğuna! İşte burada, boşluğun duvarların içine yerleştiği yerde, kutsallık ne yapabilir ki?
Hastane artık tamamen kuşatılmış durumda. İnsanlarla değil, askerlerle bile değil, makinelerle! Dronlar, metalik çekirgeler gibi vızıldıyor, ruhtan ve merhametten yoksunlar. Ne acıyı ne de merhameti biliyorlar, onlar vicdansız itaatin en açık sûretleri! Henüz yeterince ölmemiş bir leşin etrafını saran akbabalar gibi binanın etrafında dönüp duruyorlar.
İki gün önce tavan çöktü.
Bir hemşirenin ağzından “umut” kelimesi çıkmıştı. Sonra patlama oldu ve o sırlı kelime sıvayla birlikte parçalanmadan önce bir an havada asılı kaldı. Yoğun bakım monitörleri, modern inancın o kırılgan tanrıları, yerde paramparça oldu. Bir makine ölürken uzun, hırıltılı bir ‘bip’ sesi çıkardı. Bu, bir teslimiyetin sesiydi. Sanırım ağladım ama gözlerimle mi yoksa sadece zihnimle mi ağladığımı hatırlayamıyorum.
Yine bu sabah, evet bu sabah, sanki şafağın kendisi utanmış gibi bir dron, yoğun bakım ünitesini vurdu.
Çoktan verilmiş bir karar gibi geldi.
Ne bir uyarı ne bir pazarlık ne de yalvarılacak bir kader vardı!
Sadece ateş…
Hastalar kaçıştı. Doktorlar kaçtı. Koridor bir kaos nehrine dönüştü ama sessizdi, korkutucu bir sessizlik içindeydi! Bir adam oğlunu omuzlarından sürüklüyor, görünmeyen bir anlaşmanın imzası gibi arkalarından kan bulaşıyordu. Başka bir kadın, yaralanmaktan değil ama çocuklarından hangisini taşıyacağını seçmenin ağırlığıyla yere yığıldı.
İki hasta, ambulansla götürüldü eğer bu kelime hâlâ bir şey ifade ediyorsa! Geri kalanlar çoktan, şimdi huzur sandığımız o soğuk sessizliğe gömülmüştü.
Hâlâ klinikte çalışıyoruz ama artık bunun görevden mi, alışkanlıktan mı yoksa ölümle çevriliyken yaşamı sürdürmek gibi tuhaf bir ihtiyaçtan mı kaynaklandığını bilmiyorum. Fısıldıyoruz. Dezenfekte ediyoruz. Tekrar açılacak yaraları sarıyoruz. Bir zamanlar iyileştirme aracı olan neşter, şimdi suç ortağı gibi geliyor bana!
Evde duvarlar, çatlaklarla konuşuyor. Çatı, hafızanın baskısı altında sarkıyor. Hava, toz ve keder gibi kokuyor. Annem, her gün bir cesedi saran rahip özeniyle kırık camları bantlıyor. Babam, komünyon sunan bir adamın hürmetiyle pirinç dağıtıyor.
Bütün bunlar olurken dışarıdaki, dışarıdaki hiç durmuyor.
Bombalama, dua eden bir rahibin sadakatiyle devam ediyor.
Duraklamıyor. Yorulmuyor.
İnsanlık dışı bir şey tarafından ele geçirilmiş bir kalp gibi atıyor.
Ve şimdi, sokaklar…
Hayır, sokaklar değil, sürgün koridorları! Kumaştan yapılmış mezar taşları gibi sıra sıra çadırlar… Çocuklar, küllerin arasında oynuyor, henüz bitmemiş bir savaşın hayatta kalanları olduklarının farkında değiller. İşgal ordusu, “Buraları tahliye edin!” diyor.
Nereye?
Söylemiyorlar. Sadece, “Gidin, kaybolun!” diyorlar. “Bu, olmamış!” diyorlar.
Kıtlık yaklaşıyor. Gerçi açlık bile kemirici acımasızlığıyla, tanıdıktır. Açlık samimidir. Bizimdir. Daha da kötüsü, dayanılmaz olanı, patlamanın ardından gelen sessizliktir. Bir ismi çağırdığınızda kimsenin cevap vermediği sessizlik… Bir zamanlar anlamın yaşadığı sessizlik…
Bu bir savaş değil, prosedür kılığına bürünmüş bir imhâdır! Ruhsuz bir mantık, tanrısız bir bedenler ve koordinatlar aritmetiğidir.
Hâlâ, hâlâ, bazıları Tanrı’nın izlediğini fısıldıyor.
İnanın ben bilmiyorum, emin değilim.
Bazen yüzünü çevirdiğini düşünüyorum, kayıtsızlıktan değil, utançtan.
Eğer bunu okuyorsanız, gözleriniz ulaşılmaz sandığınız bir kıyıya ulaşan bir tekne gibi bu kelimelere ulaştıysa, o zaman kutsal ve lanetli olan her şey aşkına:
Başka tarafa bakmayın!
Başka tarafa bakmak onun bir parçası olmaktır.
Unutmak, ölmeden önce bizi gömmektir.
Sessiz kalmak son çiviyi çakmaktır.
Dr. Ezzideen
@ezzingaza