“Bir tarihçi, İsrail’in uyguladığı şiddeti şekillendiren ideolojik ve siyasi projeyi mercek altına alan Peter Beinart, Avi Shlaim ve Pankaj Mishra’nın yeni kitaplarını inceliyor.”
1980’lerin sonunda Batı Kudüs’te geçirdiğim bir yıllık iznim sırasında, 7 yaşındaki kızım, bir İsrail okuluna kayıtlıydı. Bir gün eve geldiğinde üç tekerlekli bisikletini hiçbir yerde bulamadı. “Araplar çalmış olmalı!” dedi. Daha sonra üç tekerlekli bisikleti binanın arkasında bulduk ama onun ilk tepkisi beni düşündürdü. Sadece birkaç ay içinde, İsrail okulu onun genç zihnine Arap karşıtı önyargıların tohumlarını ekmişti. Buna tepki olarak onu ve küçük kardeşini bir haftalığına Mısır’a götürdüm. O günden bu yana ikisinin de böyle bir şey söylediğini hiç duymadım.
Başlangıçta çocukları Mısır yerine Doğu Kudüs’e götürmeyi düşünmüştüm -orası çok daha yakındı- ama o sırada Birinci İntifada şiddetleniyordu, Filistinli göstericilerle İsrail işgal güçleri arasında her gün çatışmalar yaşanıyordu ve çocukları oraya götürmek oldukça tehlikeliydi.
O sıralarda bir arkadaşım, yedek askerlik görevine çağrıldı. Bana, zırhlı aracına taş atan çocukları kovaladığı deneyimini anlattı. Anlamsız rutinlerden bıkan bu arkadaşım, bir gün yanında bir torba şeker götürmüş. Çocuklar yine taş atmaya başladığında şekerleri onlara fırlatmış. Çocuklar hemen yaptıkları şeyi bırakıp şekerleri toplamak için birbirleriyle yarışmaya başlamışlar. Taşlar havada uçmayı bırakmış ancak arkadaşımın komutanı onu azarlamakta gecikmemiş: “Arapların sadece güçten anladığını bilmiyor musun!”
Yaklaşık sekiz yıl sonra Kudüs’teki bir sonraki araştırma iznim sırasında Batı Şeria’daki Al-Quds Üniversitesi kampüsünde yaşadığım bir karşılaşma beni derinden etkiledi. Dersimi verdikten sonra ev sahiplerim, kantinin açık olup olmadığını kontrol etmek için kısa bir süreliğine uzaklaştılar. Kampüsün ortasında öylece tek başıma dururken Filistinli bir öğrenci yanıma yaklaşıp İbranice “Shalom! Kafasında kipası olan ve aynı zamanda tüfeksiz bir Yahudi hiç görmedim!” Bu yorum beni çok etkiledi. Kipamı hiçbir zaman şiddetle ilişkilendirmemiştim, bilakis onun hakkında tam tersini düşünürdüm ancak bu öğrenci açıkça Batı Şeria’da terör estiren, Filistinlileri korkutan ve yüzlerce kişiyi öldüren yerleşimcileri kastetmişti.
Bu üç olay, İsrail toplumunda yerleşik olan Filistin karşıtı önyargıları ve şiddet kullanımına olan endişe verici bağımlılığı ortaya koymaktadır. Bu incelemeyi yazarken 1980’lerde ve 90’larda tanık olduğum önyargı, nefret ve insanlıktan uzaklaşmaya evrilirken şiddet ise uzmanlar ve sivil toplum kuruluşlarının genel olarak soykırım olarak kabul ettiği bir duruma dönüşmüştür. On yıllardır İsrail ve Filistin hakkında yazılar yazıyor ve durumun giderek daha da kötüleştiğini gözlemliyorum. Bu durum, 7 Ekim 2023’te Hamas’ın saldırısı ile tetiklenen İsrail’in Gazze işgalinin ardından yayımlanan üç yeni kitabı okumama vesile oldu ancak Gazze’nin yıkımı aslında 2006’da İsrail ordusunun çekilmesinin ardından başlamış ve Ekim 2023’ten sonra dramatik bir şekilde tırmanmıştı.
Bu üç kitabın yazarlarının bakış açıları, geçmişleri kadar farklıdır fakat üçünün de eski İngiliz kolonilerinde büyümüş olması dikkat çekicidir: Güney Afrika, Hindistan ve İsrail. Peter Beinart‘ın “Gazze’nin Yıkılmasından Sonra Yahudi Olmak” adlı eseri, yazarın Siyonizm ile nihâî kopuşunu yansıtmaktadır. New York Üniversitesinde gazetecilik profesörü, siyaset bilimci ve tanınmış bir gazeteci olan Beinart, The New Republic dergisinin eski editörüdür ve dört kitabın yazarıdır. Amerikan medyasında sık sık yorumlar yapan Beinart, Jewish Currents dergisinin genel yayın yönetmenliğini yapmaktadır. Foreign Policy dergisi onu “Dünyanın En İyi 100 Düşünürü” arasında göstermiştir.
Bir başka Foreign Policy dergisinin “küresel düşünürü” olan Pankaj Mishra, “Gazze Sonrası Dünya: Bir Tarih” adlı kitabında konuyu daha geniş bir tarihsel ve jeopolitik bağlamda ele alıyor. Hindistan’da doğup eğitim gören Mishra, hem kurgu hem de kurgu-dışı eserleriyle prestijli ödüller kazanmış üretken bir yazar ve aktivisttir. Önde gelen Amerikan ve İngiliz dergilerine düzenli olarak yazılar yazan Mishra, Jordan Peterson ve Niall Ferguson gibi ideolojik muhalifleriyle kamuoyunda tartışmalara girmiştir. Mishra, başlangıçta Avrupalıları taklit etmeye çalışarak kraldan daha fazla kralcı kesilen ve sonunda ayrı bir ulus-devlet fikrini benimseyen Siyonistler ve Hintliler arasındaki öz-nefrete karşı keskin bir duyarlılık sergiliyor.
Yeni kurulan İsrail devleti, ülkede söylendiği gibi 5 yaşında ailesinin zengin evinin konforundan koparılıp İsrail toplumunun yabancı ortamına nakledilen Avi Shlaim‘i “soğurdu”. Şimdi tanınmış bir entelektüel ve 1980’lerde egemen Siyonist anlatıya meydan okuyan “Yeni Tarihçiler”den biri olan Shlaim, titiz bilimsel çalışmalarıyla tanınır. Ürdün’ün Filistin’i, İsrail ile bölüşmedeki suç ortaklığını inceleyen çalışması ve kişisel anıları da dahil olmak üzere eserleri, entelektüel dürüstlüğünü yansıtmaktadır. Ortak editörlüğünü yaptığı “Filistin Savaşı: 1948 Tarihinin Yeniden Yazılması” adlı kitabı, Filistin’in kaderini anlamamıza önemli bir katkı sağlıyor. Burada incelenen kitabı “Gazze’de Soykırım: İsrail’in Filistin’e Karşı Uzun Savaşı”, 1967’den bu yana süren çatışmanın diplomatik tarihine ilişkin –Uluslararası Adalet Divanına sunulan makale de dahil olmak üzere- daha önce yayımlanmış makaleleri bir araya getiriyor.
Yazarların Güney Afrika ve Hindistan’daki geçmişleri, yazdıkları eserlere yansımaktadır. Beinart, Güney Afrika’nın tarihi ile paralellikler kurarken Mishra, kolonileştirilmiş halkların ruhsal yapısına ilişkin dikkat çekici görüşler sunmaktadır. İsrail’de büyüyen Shlaim, İsrail’i içeriden tanıyor ve ancak daha sonra dışarıdan ona daha eleştirel bir bakış geliştiriyor.
Enteresan bir şekilde Mishra ve Shlaim’in ikisi de Britanya’nın politik çevresinden biriyle evlendi: Mishra, eski Başbakan David Cameron‘un kuzeniyle evlenirken Shlaim’in eşi “Balfour Deklarasyonu”nun yayımlandığı dönemde başbakanlık yapan David Lloyd George‘un torununun torunu! Bununla birlikte bu tesadüfün çalışmalarında belirgin bir etkisi olduğu söylenemez.
Dindar bir Yahudi olan Beinart, geleneksel Yahudiliğin ritüel yönlerini Siyonist ideolojiyle harmanlayan bir hareket olan Ulusal Yahudilik (İbranicede “dati-leumi”) geleneğinde yetiştirildi. Ulusal Yahudilik taraftarları, işgal altındaki topraklara yerleşme konusunda ön saflarda yer almışlardır ve bugün İsrail nüfusunun en milliyetçi kesimini oluşturmaktadırlar. Siyonizm’den kopmak ve İsrail’in ayrımcı politikalarını yüksek sesle eleştirmek oldukça büyük bir başarıdır. Beinart ayrıca daha önce ABD’nin Irak işgaline verdiği desteği de kamuoyuna açık bir şekilde geri çekmiştir.
Kitabı, eski bir arkadaşına yazdığı mektupla başlıyor. Bu mektupta, Ortodoks bir Yahudi ve aynı zamanda anti-Siyonist biri olarak hissettiği yabancılaşmayı dile getiriyor. Sinagoguna her girdiğinde nasıl karşılanacağından emin olamadığını itiraf ediyor. Modern Ortodoks, anti-Siyonist bir Yahudi’nin içinde bulunduğu durum son derece zorludur ve bu gerçekliği yazar, bizzat deneyimlemiştir. Bu durumun sosyal yansımaları çok önemlidir ve muhaliflerin Yahudi okullarına giden çocuklarına kadar uzanır. İsrail’de veya başka yerlerdeki çoğu Ortodoks Yahudiler için İsrail’e destek, kimliklerinin ayrılamaz bir parçasıdır.
Buna karşılık, Ulusal Yahudiliğin taraftarlarından farklı olarak Siyonizm’i tamamen reddeden çoğu ultra-Ortodoks Yahudi ve sinagoga nadiren giden (Shlaim‘in durumunda olduğu gibi) Yahudiler, görüşleri nedeniyle genellikle daha az sosyal sonuçla karşılaşırlar ancak Beinart, ana akım Yahudilikle arasındaki ayrılığın onarılamaz olmadığını umuyor ve “Birlikte yolculuğumuz henüz bitmedi.” diye yazıyor. Buna karşılık Shlaim, sosyal baskıları umursamadan yalnızca entelektüel dürüstlük ilkesiyle yazmaktadır.
Shlaim, İsrail’de öğrenciyken Siyonist ideolojiyle yetiştirildi ancak İngiltere’ye taşındıktan sonra fikirlerini daha bir özgürleştirdi. Siyonizm ve daha genel olarak sömürgeciliğin tutarlı bir eleştiricisi olan Shlaim, mükemmel seviyede akademik eserler kaleme almıştır. Mishra, Yahudi ya da Protestan olmasa da (dünyada Yahudi Siyonistlerden çok daha fazla Protestan Siyonist vardır) bir zamanlar İsrail’e sempati duyuyordu. Gazze’de son dönemde yaşananlar bu hayalleri paramparça etti!
Mishra, İsrail’in Filistinlilere yönelik muamelesinde açıkça görülen “yerli yaşamları değersizleştirme” şeklindeki sömürgeci uygulamayı titizlikle belgeliyor. İsrail’in, Yahudi etik geleneklerinden ne kadar uzaklaştığını vurgulamak için 1942 yılında Varşova Gettosundaki Bundistler (Yahudi sosyalist hareketinin üyeleri) tarafından Winston Churchill‘e gönderilen bir mektubu alıntılıyor: “Alman işgalciler tarafından tüm Yahudi nüfusunun yok edildiği trajik günlerde Polonya’daki yeraltı Yahudi İşçi Hareketi, özgürlük seven tüm dünyaya ülkelerini kurtarmak için mücadele eden Hindistan halkının lideri Gandi‘yi serbest bırakma çağrısını paylaşmayı kutsal bir görev olarak görmektedir.”
Mishra; Batı’nın Afrika ve Asya’daki soykırımlarının, Hitler’in Sovyetler Birliği’ne karşı yürüttüğü imha savaşını ve Nazilerin Yahudilere yönelik soykırımını nasıl haber verdiğini inceliyor. Örneğin, “Doğu’daki [Sovyetler Birliği’nin Nazi işgali altındaki bölgeleri] Einsatzgruppen‘in -kurbanların zorla kazdırıldığı toplu mezarların kenarında insanları vurarak- gerçekleştirdiği katliamların, Mayıs ve Haziran 1940’ta binlerce Fransız Afrikalı askerin katledilmesiyle nasıl haber verildiğini” açıklıyor. Mishra, bugün de kadim Batı geleneğini sürdüren ve sağlık görevlilerini ve diğer sivilleri kasıtlı olarak infaz edenin İsrail ordusu olduğunu savunuyor.
Eski bir kolonide doğup eğitim gören Mishra, Theodor Herzl‘in 1896’da söylediği gibi İsrail’in “barbarlığa karşı medeniyetin öncüsü” olarak kendini tanımlamasına özellikle duyarlıdır. O, bu çerçevenin Batı’daki eski sömürge güçlerine neden çekici geldiğini anlıyor. Bu anlatı, İsrailli liderler tarafından sıklıkla tekrarlanmaktadır.
Mishra‘nın kitabında 20. yüzyılda iki soykırım yapan Almanya’ya (biri Güneybatı Afrika’da -şimdiki Namibya- ve diğeri Avrupa’da) bir bölüm ayrılmıştır. Mishra, Almanya’nın şu anda Gazze’de bir başka soykırıma gönüllü olarak suç ortağı olduğunu savunmaktadır. Mishra, Batı Almanya’nın kurucusu Konrad Adenauer’in Doğu Almanya’daki Sovyet ordusuna atıfta bulunarak “Asya, Elbe Nehri’nde duruyor.” ve “Tehlike büyük!” yazdığını aktarıyor. Ayrıca, “Naziler, aksi takdirde onların kurbanı olmaktan haklı olarak korktukları için ‘Asya’ya özgü’ eylemlerde bulundular!” iddiasında bulunan ünlü Alman tarihçi Ernst Nolte’den de alıntı yapıyor. Mishra‘nın keskin analizi, “Bir zamanlar Nazilerin Doğu’da, Lebensraum[1] arayışını meşrulaştırmak için kullanılan ve daha sonra Soğuk Savaş politikalarının gündemine uyarlanmış olan “aydınlanmış Batı ve aydınlanmamış Doğu” ikileminin bugün İsrail, Avrupa ve Amerika’daki aşırı sağcı milliyetçiler tarafından yaygın olarak kullanıldığını” ortaya koyuyor.
Mishra aynı zamanda, Almanya’da yaygın olan aşırı filosemitizm anlayışının onlarca yıldır birçok Yahudi’yi neden rahatsız ettiğini de gösteriyor. Bir meslektaşına “Filosemitizminiz beni üzüyor, yanlış anlaşılmaya dayanan bir iltifat gibi beni aşağılıyor. (…) Tüm halkımızı sevmekte ısrar ediyorsunuz. Bunu talep etmiyorum, bizim -veya başka herhangi bir halkın- bu şekilde sevilmesini istemiyorum.” diye yazan romancı Manès Sperber‘den alıntı yapıyor. Benzer şekilde, Kudüs’teki Eichmann davasından yazarken Hannah Arendt, Almanları “hoş olmayan bir aşırı hevesle” tasvir ediyor. “(…) İnsanı kusturacak kadar, diyebilirim. İçlerinden biri şimdiden kollarını boynuma doladı ve gözyaşlarına boğuldu!”
Nazi soykırımının telafisi olarak Batı Almanya; Yahudileri, İsrail ile özdeşleştirerek İsrail devletine milyarlarca dolar aktardı. Daha sonra İsrail’e desteğini, ulusal çıkarların temelini oluşturan bir neden (raison d’état) olarak ilan etti ve ona gelişmiş silahlar sağlamaya devam etti. Ancak Mishra, 1990 öncesinde yapılan bir anketten elde edilen verileri ortaya koyarak Batı Almanların, resmî olarak İsrail’e düşman olan Doğu Almanlardan daha antisemitik olduğunu gösteriyor. Bu, anti-Siyonizmin, doğası gereği antisemitik olduğu iddiasını çürütürken Batı’nın, Yahudiler ve İsrail’e yönelik resmi tutumundaki tutarsızlık ve çelişkilerini ortaya koyuyor.
Siyonizm ve antisemitizm arasındaki bağlantılar hem uzun süredir var olan hem de derinlemesine iç içe geçmiş bağlantılardır. İsrail’in Gazze’deki soykırım kampanyasının ortasında düzenlediği son antisemitizm konulu dünya konferansı, aşırı sağcı Batılı politikacıların tamamını bir araya getirdi. Bu tartışmalı toplantı, başlangıçta katılımını açıklamış olan birçok kişiyi, özellikle de İsrail cumhurbaşkanını caydırdı ancak İsrail’e yönelik uluslararası desteğin giderek sağa kayması, İsrail Yahudi toplumunun içindeki benzer bir eğilimi yansıtmaktadır.
Mishra, Siyonizmin “Nazileşmesi” ile ilgili endişelerin Siyonizm’in başlangıcından beri dile getirildiğini belirtiyor. Okuyucularına, İsrail’in ateşli kurucusu ve ilk başbakanı David Ben-Gurion‘un rakibi Ze’ev (asıl adı Vladimir) Jabotinsky’yi “Vladimir Hitler” olarak adlandırdığını hatırlatıyor. Jabotinsky’nin siyasi mirasını devam ettirdiğini iddia eden Likud partisinin öncüsü, Albert Einstein ve Hannah Arendt gibi önde gelen Yahudi entelektüeller tarafından erken dönemlerde faşist olarak kınandı. Likud’un şu anki lideri Netanyahu’nun Gazze’deki soykırım operasyonlarını yönetmesi manidardır.
Günümüzde daha fazla Yahudi, İsrail’in Gazze’deki eylemlerine karşı mücadeleye öncülük ederken “Yahudi halkının içinden” anti-Siyonistleri aforoz etme çağrıları ısrarla daha da yüksek sesle dile getiriliyor. Beinart, “Bugün Yahudi dünyasının çoğunda Yahudi devletini reddetmek, Yahudiliği reddetmekten daha büyük bir sapkınlıktır. (…) Bir sunak inşa ettik ve bütün bir [Filistin] toplumunu alevlerin içine attık!” Eski bir Siyonist olan Beinart için Gazze’nin yıkımı, Yahudi tarihinde bir dönüm noktasıdır ve İsrailli Yahudiler ile onları tüm ahlaki normları görmezden gelmeye ve bu eylemleri “hayatta kalmak adına” haklı çıkarmaya teşvik edenlerin uyguladığı zulüm için ahlâki bir hesaplaşma gerektirir. O, “Çağdaş Yahudi yaşamını saran sahte masumiyet, egemen olmayı kendini savunma olarak kamufle ediyor.” diye yazıyor. Ayrıca Yahudileri asıl görevlerine geri döndürmeyi umuyor: “Dindar bir azınlık dışında, artık kendimizi Tanrı tarafından Sina Dağı’nda kazınmış yasalara uymak üzere seçilmiş bir halk olarak tanımlamıyoruz. Bunun yerine kendimizi, tarih tarafından sürekli yok edilmeye mahkûm edilmiş ancak mucizevî bir şekilde hayatta kalmış bir halk olarak tanımlıyoruz!”
Beinart için bu yeni bilinç, Yahudilerin masumiyetini destekleyen ve dolayısıyla Yahudiliğin temel sorumluluk kavramını ortadan kaldıran ahlâkî bir kaçış anlamına geliyor. Yahudiliğin bu yozlaşması uzun zamandır gözlemleniyor. Beinart, dindar olmasa da 1963 yılında şu sonuca varan Arendt‘ten alıntı yapıyor: “Halkımızın büyüklüğü bir zamanlar Tanrı’ya inanmasında yatıyordu. Şimdi ise bu halk sadece kendine inanıyor.”
Beinart, birçok Yahudi için asıl zorluğun İsrail’in Filistinlilere çektirdiği acıları kabul etmek olduğunu savunuyor: “Toplumsal tarihimizin sorunu, bizim maruz kaldığımız suçları kabul etmemesi değil. Sorun, bizim işlediğimiz suçları görmezden gelmesidir.” Gazze’deki Filistinlilerin uzun süredir açık hava hapishanesinde yaşadıklarını hatırlatıyor. General Moshe Dayan‘ın 1956’da gözlemlediği gibi bu hapishaneden, kovuldukları ve şimdi İsrailliler tarafından işgal edilen evlerini görebiliyorlar. Beinart, Hamas ve diğer direniş gruplarının şiddetini motive eden şeyin dini inançlar değil; acı, kişisel kin ve adalet talebi olduğunu vurguluyor. Liderleri ve üyeleriyle yapılan röportajlara dayanan birkaç araştırmaya atıfta bulunarak Filistinlilerin İsrailliler tarafından maruz kaldıkları şiddetin onların temel motivasyonu olduğunu, bunun daha sonra dini ve siyasi düşüncelerle pekiştirildiğini gösteriyor. 20. yüzyılın sonlarında Ulusal Yahudilik ile bağlantılı olan haham Moshe Sober, 1990 yılında yayımlanan “Yahudi Devletinin Ötesinde” adlı kitabında, hareketin giderek artan savaşçı eğilimlerine karşı uyarıda bulunmuştu: “Filistinliler şüphesiz İsraillilerden daha fazla acı çekecek. Bu, ayaklanmalarda olağan bir durumdur ancak her ölen Filistinli, onların örgütlenmesini güçlendirecek, her ölen İsrailli ise bizim kurumumuzu zayıflatacaktır. Bu, kazanılması imkânsız bir savaştır.”
Beinart‘ın kitabının önemli bir bölümü, derin ahlâkî gözlemlerin temelini oluşturuyor. Rabbi Abraham Joshua Heschel‘in sözlerini aktararak şöyle yazıyor: “Tılsımlarımızı bir kenara bırakıp Gazze’ye ve gözlerimizin içine bakarsak, o görüntüleri kafamızdan asla silemeyiz. Çoğunda [İsrail] ordusu için dualar bulunan dua kitaplarımıza bakacağız. (…) ve Gazze’nin yanan, açlıktan kıvranan bedenlerini göreceğiz. Sinagoglarımızın ve Yahudi Toplum Merkezlerimizin duvarlarında, Fısıh Bayramı yemeklerinde ve Şabat yemeklerinde göreceğiz. Altımızdaki zemin sallanmaya başlayacak.”
Bu, Sober‘in, insanın ilahi iradeyi manipüle etme eğilimini kınayan bir başka keskin yorumunu akla getiriyor:
Her istediğimizi yapabileceğimiz, her türlü ayartılmaya boyun eğebileceğimiz veya herhangi bir şekilde aptalca kendini yüceltme davranışında bulunabileceğimiz, bunların nedeni olarak da Yüce Tanrı’ya yakın olduğumuz için cezalandırılmayacağımız düşüncesi, dini inancın tam tersidir. Aslında bu, tarihin gidişatını belirleme yetkisini gasp ettiğimiz ilahi güce bir hakarettir. (…) Böyle körü körüne inanç, aslında Tanrı’ya olan inanç değil, kendimize olan inançtır. Yüce Tanrı’yı bir araç haline getirir. Onu, istediğimiz her şeyi başarmayı garanti altına alan bir tür “gizli silah”a dönüştürür. Bu, aslında kendi yenilmezliğimize olan irrasyonel inancımızı maskeleyen putperest bir zihniyettir!
Beinart, İsrail’in savunucularını rasyonel argümanlar ve tarihsel kanıtlarla ikna etmeye çalışıyor, ancak bu argümanların ve gerçeklerin onları etkileme olasılığının düşük olduğunu da kabul ediyor çünkü İsrail’e verilen destek, birçokları için Yahudi kimliğinin ve inancının temel direği ve özü haline gelmiştir: “Yahudi kimliğinden Yahudi devletini çıkarırsanız, dünyadaki birçok Yahudi için geriye ne kalacağı belli değildir.” Gazze’deki yıkımdan dehşet duyanlar bile İsrail’in “başka seçeneği olmadığını” -İbranice’de “ein berera”- savunuyor. Beinart ise bir seçenek olduğuna inanıyor: herkes için eşit haklar… İşte bu, hem ezilenleri hem de ezenleri özgürleştirecektir!
Filistin direnişi barışçıl olsa bile, İsrail ve destekçileri tarafından hemen kınanır: “Filistinlilerden Gandhi gibi liderler çıkmasını talep ediyoruz ama onlar bunu yaptıklarında, Amerikan Yahudi örgütleri boykotlarını suç saymak için çalışıyor ve İsrail askerleri onları dizlerinden vuruyor.”
Güney Afrika deneyiminden yola çıkan Beinart, 1964 yılında hükümetin barışçıl taleplere karşı güç kullandığında artık şiddetsizliği savunamayacağını belirten Nelson Mandela‘dan alıntı yapıyor. Beinart; İrlanda, Amerika’nın güneyi ve tabii ki Güney Afrika gibi diğer tarihsel örnekleri de göstererek iktidardaki azınlıkların eşitliği, genellikle “varoluşsal bir tehdit” olarak algıladığını kabul ediyor: “Beyaz Güney Afrikalılar, İsrailli Yahudilerin şu anda olduğu gibi denize atılmaktan korkuyorlardı.” Gelgelelim çok sayıda araştırmaya göre baskı, şiddeti körüklerken eşit haklar ve siyasi değişim olasılığı şiddeti azaltmaktadır.
Shlaim, İsrail liderlerinin uzun süredir Arap ılımlılığından, kendi yayılmacı plânlarını tehdit ettiği için endişe duyduklarını göstererek bu noktayı pekiştiriyor. İsrail’in diplomatik karmaşıklıkta kullandığı etkili bir taktiğe dikkat çekiyor: “güvenli ve tanınmış sınırlar” talebinde bulunmak, ancak bunların ne olabileceğini hiçbir zaman belirtmemek! Gerçekten de (İsrail’in kurulmasından önce) hiçbir Siyonist ve daha sonra da hiçbir İsrail lideri, devlet için istedikleri sınırları açıkça belirtmemiştir. 1967 savaşından sonra İsrail, İsrail Kabinesi’nin kendi hukuk danışmanının “yönetilen topraklarda sivil yerleşimlerin Dördüncü Cenevre Sözleşmesi’nin açık hükümlerine aykırı olduğu” görüşüne rağmen işgal altındaki topraklarda sivil İsrail yerleşimleri yoluyla toprak genişletme politikasını sürdürmüştür.
Shlaim, Milletler Cemiyetinin Filistin mandası hakkındaki benzersiz doğası hakkında önemli bir gözlemde bulunur: “Yahudi ulusal yurduna olan bağlılığın önemini yeterince vurgulayamayız. Bu, Filistin Mandasını Osmanlı İmparatorluğu’nun Orta Doğu eyaletleri için verilen diğer tüm mandalardan temel olarak ayıran unsurdur. İngilizlerin Irak mandası, Fransızların Suriye mandası ve Fransızların Lübnan mandası, yerel halkı özyönetime hazırlamakla ilgiliydi. Filistin mandası ise dünyanın her yerinden; özellikle de Avrupa’dan gelen Yahudilerin Filistin’deki din kardeşlerine katılması ve ülkeyi Yahudilerin kontrolündeki bir ulusal varlık haline getirmesi ile ilgiliydi.”
O, sözde “medeniyetin kutsal emaneti”nin (Milletler Cemiyeti’nin bu görevi tanımladığı şekliyle) nihayetinde geri dönüşü olmayan ve affedilemez bir şekilde acımasızca ihlal edildiği ve ihanete uğradığı sonucuna varıyor. Shlaim, bu ihaneti, İngiliz Başbakanı Theresa May’in Balfour Deklarasyonu’nun yüzüncü yıldönümünde yaptığı 2017 tarihli açıklamayı aktararak vurguluyor. May, bu mektubu “tarihin en önemli mektuplarından biri” olarak nitelendiriyor. “Bu mektup, Yahudi halkı için bir vatan yaratılmasında İngiltere’nin hayati rolünü gösteriyor ve bu, gururla kutlayacağımız bir yıldönümü!” Shlaim, “bu önemli mektupta Filistinli kurbanlardan hiç bahsedilmediğini” ekliyor. Kitabın genelinde, İngiltere’nin Siyonist yanlısı politikalarını kınayan ifadeleri açık ve tavizsizdir.
Mishra bu eleştiriyi yineler ve bunu İngiliz yönetici sınıfının alışılmış ikiyüzlülüğüyle ilişkilendirir: “17 Aralık 1942’de Avam Kamarası’nda, dışişleri bakanı Anthony Eden, Nazilerin Yahudilere yönelik zulmünü kınayan ve faillerin cezalandırılacağını vaat eden bir Müttefikler bildirisini yüksek sesle okudu. Aynı ayın ilerleyen günlerinde Eden ve mesai arkadaşları, bir kabine toplantısında, İngiltere’nin iki binden fazla mülteci kabul edemeyeceğine karar verdiler.”
Mishra, Yahudi mültecileri Birleşik Krallık’la sınırlandırma kararının, Batı’nın diğer kayıtsızlık örneklerine kıyasla nispeten cömert olduğunu belirtiyor. 1939’da bir Kanada yetkilisi, ülkesinin kaç Yahudi mülteci kabul edeceği sorulduğunda, “Hiçbiri çok fazla değildir.” şeklinde kötü şöhretli bir söz sarf etti. Aynı yıl, St. Louis gemisinin yolcularının trajik kaderi yaşandı. Gemi, Yahudi mültecileri taşıyordu ancak Amerika Birleşik Devletleri tarafından ona giriş izni verilmedi. Yolcular, Avrupa’ya geri dönmek zorunda kaldılar ve çoğu, Naziler ve onların coşkulu yerel işbirlikçileri tarafından öldürüldü.
Bir dipnotta Mishra, 1930’ların sonlarında Marsilya’daki ABD konsolosluğunda diplomat olarak görev yapan Hiram Bingham‘ın çabalarını vurgulamaktadır. Bingham, 2.500’den fazla vize vererek Arendt ve Marc Chagall gibi önde gelen Yahudi entelektüelleri ve sanatçıları kurtarmıştır. ABD Dışişleri Bakanlığı, sonunda bu kaçış yolunu kapatmış ve diplomatı istifaya zorlamıştır. Buna karşılık Marsilya’daki Meksika konsolosu Gilberto Bosques Saldívar, Nazi ve faşist rejimlerden kaçan mültecilere 40.000 vize verdi. Hükümeti, daha sonraki dönemlerde onu Küba dahil olmak üzere birçok ülkeye büyükelçi olarak atayarak ödüllendirdi. Saldívar, 1962’de Küba Füze Krizinde Fidel Castro’yu Sovyet-Amerikan çözümünü kabul etmeye ikna etmede önemli bir rol oynadı.
Shlaim, Siyonizm’in doğasını anlamadan İsrail’in eylemlerini kavramanın imkânsız olduğunu savunuyor ve bunu ikna edici bir şekilde analiz ediyor. O, Siyonizm’in ana hedefinin mümkün olduğunca az Arap ile mümkün olduğunca fazla toprak işgal etmek olduğunu açıkça belirtiyor. Yerleşimci sömürgeciliğin önde gelen akademisyenlerinden Patrick Wolfe‘un ifadesiyle, “yok etme mantığı” Siyonist liderleri en başından beri yönlendirdi, retorik jestleri veya sözde destekleri ne olursa olsun! Shlaim bunu Arapçada “kalam fadi” veya “boş laf” olarak nitelendiriyor. İsrail’in yönetici çevrelerinde bu durum, 1967 savaşında işgal edilen Batı Şeria’nın ilhakı konusunda yapılan kabine görüşmeleri sırasında dönemin Başbakanı Levi Eshkol tarafından açıkça ifade edildi: “Çeyizi seviyorsunuz ama gelini sevmiyorsunuz.”
Beinart, 1948’de Arap devletleriyle çıkan savaşın nedeninin, İsrail “hasbara”sının (propagandası) on yıllardır sürdürdüğü efsanenin aksine savaşın Filistinlilerin göçüne neden olması değil, Siyonist milislerin Filistinlileri öldürmesi ve sürgün etmesi olduğunu gösteriyor. Güney Afrika ile yapılan karşılaştırmalar, İsrail kontrolü altındaki Yahudi üstünlüğünün doğasını, özellikle de “beyaz ulusun kendi kaderini tayin hakkı” ile “apartheid”ı meşrulaştırmayı ortaya koyuyor.
Shlaim‘in İsrail’in kuruluşunu özetleyen kısa ve öz açıklaması özellikle etkileyicidir:
Hangi bakış açısıyla bakılırsa bakılsın, 1948 Mayıs’ında İsrail devletinin kurulması, Filistinliler için büyük bir adaletsizlikti. 750 bin Filistinli mülteci oldu ve Filistin adı haritadan silindi. İsrailliler buna “Bağımsızlık Savaşı”, Filistinliler ise “Nakba” yani “felaket” diyor. Yahudilerin acı dolu tarihindeki en korkunç olay “Holokost”tur. Filistin halkının tarihinde en travmatik olay ise Nakba’dır. Nakba aslında tek seferlik bir olay değil, Filistin halkının yurtlarından sürülmesi ve yerinden edilmesinin devam eden sürecidir. Bu süreç, İsrail Savunma Kuvvetleri’nin (IDF) Gazze’ye uyguladığı tarifsiz zulümlerle bugün de devam etmektedir.
Shlaim‘in kitabı, Siyonist devletin bugüne kadar nasıl ve neden galip geldiğini açıklıyor. İsrail’in Filistin’i işgal etme ve Filistin halkını sürgün etme politikalarının istikrarlı ilerleyişinin tarihini titizlikle ve adım adım yeniden anlatıyor.
Bu özelliği bile kitabı bir referans kaynağı olarak çok yararlı kılıyor. Kitap, İsrail’in Filistinlilerle müzakere yapıyormuş gibi davranırken aslında Filistin’i Siyonist kolonistlerle doldurmaya devam ettiğini gösteriyor. (Bu sahte tavır, bu inceleme yazıldığı sırada tamamen terk edilmiş durumda!)
Shlaim ayrıca 1967 Haziran savaşından sonra Eshkol’a yazan bir Dışişleri Bakanlığı danışmanı (ve Holokost kurtulanı) tarafından ifade edilen hukuki görüşü de aktarıyor: “Yönetilen topraklarda sivil yerleşim, Dördüncü Cenevre Sözleşmesi’nin açık hükümlerine aykırıdır.” Danışman, “uluslararası toplumun hiçbir topraklarda yerleşimi kabul etmeyeceği” uyarısında bulunmuştu.
Neredeyse 60 yıl sonra yerleşim projesi dünyanın çoğu tarafından yasadışı kabul ediliyor ancak yine de hız kesmeden devam ediyor. İsrail, sık sık BM’yi antisemitizmle suçlayıp genel sekreterini istenmeyen kişi ilan ederek tepkileri hiç umursamadan yoluna devam ediyor. İsrail’in BM temsilcisi, Genel Kurul önünde örgütün tüzüğünü sembolik olarak parçalayıp İsrail’in meşhur küstahlığını her zamankinden daha açık bir şekilde sergiledi. Bu eylem; İsrail’in, meşruiyetini BM Genel Kurulu kararından (29 Kasım 1947’de kabul edilen karar) alan ilk ülke olması nedeniyle özellikle ironiktir.
1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılması ve tek kutuplu bir dünyanın ortaya çıkması, Filistinlilerin haklarına yönelik tutarlı uluslararası desteğin sonunu getirdi. 1975 yılında BM, Siyonizm’i “ırkçılık ve ırk ayrımcılığının bir biçimi” olarak nitelendiren bir karar kabul etti. Bu karar, 1975 yılında Peru’nun Lima kentinde düzenlenen Bağlantısız Ülkeler Dışişleri Bakanları Konferansında kabul edilen ve Siyonizm’i “dünya barışına bir tehdit” ve “ırkçı ve emperyalist bir ideoloji” olarak kınayan siyasi bildiriyi de referans aldı ancak Siyonist grupların (hem evanjelik Hıristiyanlar hem de Yahudiler) ısrarlı lobi faaliyetleri sonucunda Genel Kurul, 1991 yılında bu kararı iptal etti. İptal, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından dokuz gün önce gerçekleşti. Sovyetler Birliği, eski sosyalist blokla birlikte Siyonizm’in resmi ırkçılık etiketinin kaldırılması yönünde oy kullandı. Bu, dünyadaki çoğu hükümetin Filistinlilere verdiği tutarlı desteğin sonunu getirdi.
Mishra, Batı’nın Filistinlilere karşı tutumunda ırkçılığın kilit bir faktör olduğunu vurgulamaktadır. 1831’de “Avrupalılar; diğer ırkların insanlarına karşı, insanın hayvanlara karşı olduğu gibidir.” diyen Alexis de Tocqueville‘den alıntı yapan Mishra, okuyucuya Nazizm ile Batı emperyalizmi arasındaki organik bağı hatırlatmaktadır. Batı basınının İsrailli ve Filistinli kurbanları açıkça orantısız bir şekilde ele almasına bakılırsa ırkçılık hâlâ canlı ve güçlü! İsraillilerin ölümleri genellikle Filistinlilerin ölümlerinden çok daha fazla medya ilgisi görüyor ve İsrail’in anlatısı Batı’nın geleneksel medyasında hâkim! Mishra, Küresel Güney’den pek çok kişi gibi bu dengesizliğin son derece farkında ancak daha da ileri giderek -hem Hıristiyan hem de Yahudi- İsrail yanlısı güçler ile Batı egemen sınıfı arasındaki daha derin yapısal bağlantıları ortaya koyuyor. 1961’de İsrail’i ziyaret ettikten sonra şu gözlemi yapan James Baldwin‘den alıntı yapıyor: “Batı dünyasının neden gerçekte bir Yahudi devleti olmayan “İsrail Devleti”ni kurduğu benim için açıktı. Batı’nın, Ortadoğu’da bir dayanağa ihtiyacı vardı!”
Her ikisi de Amerikalı olmasa da Shlaim ve Mishra, İsrail’in siyasi ve askeri desteğinin ana kaynağı olan Amerika Birleşik Devletleri ile ilişkilerini nasıl yönettiğine dâir önemli içgörüler sunuyor. Mishra, “Holokost’un Amerikanlaştırılması” başlıklı bir bölümün tamamını, İsrail’e destek sağlamak için antisemitizmi silah olarak kullanma politikasını incelemek için ayırıyor. Trump yönetimi bu politikayı yeni boyutlara taşıdı ve Siyonist militanlar tarafından isimleri verilen kampüslerdeki Filistin yanlısı aktivistlerin peşine düştü. Amerikan üniversiteleri, Columbia Üniversitesinin barışçıl protestoları dağıtmak için polisi davet etmesi gibi eylemleri aksini gösterse bile “antisemitizmi hoş gördükleri” iddiasıyla mâlî olarak cezalandırılıyor.
Beinart, Siyonist anlatılarda Holokost’un araçsallaştırılmasına bir bölümün tamamını ayırıyor. ABD’deki Filistinli ve Filistin yanlısı öğrencilerin, işlediklerinden daha fazla şiddete maruz kaldıklarını kanıtlayan istatistikler sunuyor. Bazen şiddet -2024 baharında Los Angeles’ta olduğu gibi- Siyonist milisler tarafından uygulanmaktadır. Bununla birlikte bu tavır, Trump yönetimindeki ABD yetkililerinin Amerikalı olmayan Filistin yanlısı aktivistleri hapse atıp sınır dışı etmelerine veya Amerikalı meslektaşlarının ifade özgürlüğü haklarını ciddi şekilde kısıtlamalarına engel olmuyor.
Mishra, “İsrail hükümetleri, İsrail yanlısı Yahudi örgütler ve Amerika Birleşik Devletleri ile Avrupa’daki beyaz üstünlükçüler arasındaki derinleşen bağların demokratik özgürlükler için birçok tehlike oluşturduğunu” belirtiyor. İsrail başbakanı, Amerika Birleşik Devletleri’nde daha fazla cezai önlem alınması çağrısında bulunurken zengin Yahudi bağışçılar, üniversiteleri, mâlî desteği kesmekle tehdit etti. Bu tür eylemler, tüm Yahudilerin İsrail’in ajanları olarak hareket ettiği yönündeki zararlı algıyı pekiştirme riski taşıyor ve ABD yetkililerini “Anayasa”yı göz ardı etmeye ve özellikle Birinci Yasa Değişikliğinde yer alan temel hakları bastırmaya zorluyor. İsrail, uzun süredir ABD’nin Orta Doğu dış politikası üzerinde önemli bir etkiye sahip! Günümüzde ise kolluk kuvvetleri ve eğitim politikaları gibi ülkenin iç işlerine giderek daha fazla müdahale ediyor.
Bu yazının yazıldığı sırada Amerika Birleşik Devletleri, bir tarafa önemli askeri destek sağlamaya devam etmesine rağmen İsrail ve Hamas arasında arabulucu olarak konumlanmaktadır. (Aynı şey Ukrayna çatışmasında Amerika’nın tutumu için de söylenebilir.) Beyaz Saray’da kim oturursa otursun, İsrail yanlısı lobi, İsrail’in taleplerinin Kongre tarafından karşılanmasını sağlar. Kongre üyeleri, lobinin mâlî cömertliği sayesinde İsrail’i, ezici bir çoğunlukla desteklemektedir.
Shlaim, okuyuculara İsrail lobisinin, özellikle de Amerikan İsrail Kamu İşleri Komitesi’nin (AIPAC) “derin cepleri olduğunu ve sert oynadığını, İsrail yanlısı adayları kampanya bağışlarıyla ödüllendirdiğini ve İsrail karşıtı adayların kariyerlerini mahvettiğini” hatırlatıyor. AIPAC’ın etkisi o kadar büyük ki Capitol Hill, İsrail işgali altındaki bölge olarak tanımlanıyor. Şüphesiz AIPAC, Washington DC’deki en güçlü dış politika lobisidir.
Shlaim ayrıca lobinin erken dönemden itibaren siyasi sadakati nasıl geliştirdiğini de açıklıyor. Örneğin, ABD başkanı olmadan on yıllar önce genç senatör Joe Biden, 1986 yılında Senato’da İsrail’e olan bağlılığını şöyle dile getirmişti: “İsrail, yaptığımız en iyi 3 milyar dolarlık yatırımdır!” Daha sonra Biden, “İsrail olmasaydı Amerika Birleşik Devletleri, bölgedeki çıkarlarımızı korumak için bir İsrail icat etmek zorunda kalırdı!” diye devam etmişti. Mishra ise “Biden, Senato kariyeri boyunca ABD tarihindeki diğer senatörlerden daha fazla olmak üzere İsrail yanlısı gruplardan 4,2 milyon dolar aldı!” diye ekliyor.
İsrail’in, Amerika Birleşik Devletleri ve diğer ülkelerdeki siyasi süreçler üzerinde orantısız etkisi, kaçınılmaz olarak gerçek antisemitizmi körüklemektedir; öyle ki bu, sadece siyasi olarak uydurulmuş türden bir antisemitizm değildir. Yine bu, İsrail’in “Yahudiler için tek güvenli yer” olduğunu iddia etmesini mümkün kılmaktadır. Amerikan halkının, binlerce kilometre uzaktaki bir yabancı devletin bu küstah davranışına tepki gösterip göstermeyeceği ve bunu ne zaman yapacağı belli değildir.
İsrail ve temsilcilerinin aktif olarak teşvik ettiği “İsrail ile Yahudilerin alışılmış bir şekilde birleştirilmesi” kabulü, Yahudilerin güvenliğini tehlikeye atmaktadır. Mishra, “Dünyadaki çoğu insan”ın hiçbir Yahudi ile tanışmadığını ancak birçok kişinin artık Yahudiliği ve İsrail’i şiddet ve adaletsizlikle özdeşleştirdiğini belirtiyor. Birçok Yahudi akademisyen ve dini liderin uzun süredir uyardığı gibi İsrail, dünya çapında Yahudiler için en büyük tehlike haline gelmiş olabilir.
Shlaim, “Bugün Gazze’de olanlar, İsrail devletinin terörünün acımasız bir tezahürüdür. Terörizm, siyasi amaçlar için sivillere karşı güç kullanmaktır. Bu tanım, İsrail’e tam olarak uymaktadır ve İsrail bu suçu üstlenmelidir. Gazze halkına yönelik suç niteliğindeki saldırıları düzenleyen İsrailli politikacılar ve generaller, ayaktakımından farksızdır!” diyor.
Shlaim şu üzüntüsünü şöyle dile getiriyor: “Filistin’in trajik tarihinde sıkça görüldüğü üzere kurbanlar, kendi talihsizliklerinden sorumlu tutuldu. İsrail’in propaganda aygıtı ısrarla Filistinlilerin terörist olduğu, Yahudi devletiyle bir arada yaşamayı reddettikleri, milliyetçiliklerinin antisemitizmden ibaret olduğu, Hamas’ın sadece bir grup dinî fanatikten meydana geldiği ve İslam’ın demokrasiyle bağdaşmadığı yönünde söylemler üretip bunları yaygınlaştırdı.” Dahası, Shlaim’e göre “Netanyahu’nun en sık tekrarladığı ve ahlâken en iğrenç iddialarından biri de Filistin milliyetçiliğinin Nazi antisemitizminin doğrudan bir devamı olduğu yönündeki iftirasıdır.”
Beinart, Siyonist slogan olan “İsrail’in var olma hakkı”nı eleştirirken, “Yahudi devletinin meşruiyeti -Yahudi halkının kutsallığı gibi- “davranışları”na bağlıdır. O, hukuka tâbidir; kendi başına bir hukuk değildir!” diye savunur. Gazze’nin yıkımıyla sömürge savaşları arasında benzetmeler yapar ancak bunu “soykırım” olarak nitelendirmekten kaçınır. Shlaim ve Mishra ise daha açık konuşurlar çünkü her ikisi de Shlaim’in aktardığı Wolfe’un şu tespitine yaslanır: “Soykırım meselesi, yerleşimci sömürgeciliği tartışmalarında asla çok uzak değildir.”
İsrail’in Ekim 2023’ten bu yana Gazze’de yaptıkları, ölçek olarak kesinlikle eşi benzeri görülmemiş bir durumdur ancak Shlaim, bunun İsrail’in Filistinlilere yönelik temel yaklaşımını değiştirmediğini hatırlatıyor: “7 Ekim’den önce Netanyahu, Filistinlileri tüm İsrail topraklarında Yahudi üstünlüğünü kalıcı olarak kabul etmeye zorlamak için askeri güç kullanmayı destekliyordu. Bu, hâlâ onun projesidir.” 2017 yılında Netanyahu hükümetinin bir üyesi olan Bezalel Smotrich, İsrail’in şu anda Gazze ve Batı Şeria’da uyguladığı birçok şiddet önlemini özetleyen resmî bir “Kararlı Plân” önerdi. Plân, Filistinlilerle uzlaşma fikrini tamamen reddediyor.
Üç yazar da ortak bir sonuca varıyor. Shlaim kitabının son sayfalarında şöyle yazıyor: “Yahudiler ve Filistinliler arasındaki asırlık çatışmayı çözmenin en iyi yolu Filistin’in bölünmesi değil, nehirden denize kadar uzanan, tüm vatandaşlarına din ve etnik köken ayrımı gözetmeksizin eşit haklar tanıyan demokratik bir devlet kurmaktır.”
Bu üç kitabın yazım stili açık ve akıcıdır; bu da onları, uzman olmayanlar için de anlaşılır kılmaktadır. Elbette her yazarın üslûbu farklıdır. Beinart daha temkinli görünür; belki de kuşkucu, yumuşak Siyonistleri ve onların liberal destekçilerini karşısına almamaya çalışıyordur. Shlaim’in anlatısı ise daha az ikirciklidir; topluluk hassasiyetlerinin yükünü taşımıyormuş gibi görünür.
Bu üç kitap, milyonlarca ekranda gerçek zamanlı olarak bu tür zulümlerin yaşanmasına tanık olduktan sonra nasıl insan kalınabileceğini de ele alıyor. Mishra, her gün katliamları izleyen güçsüz vatandaşların ahlâkî çöküşünü şöyle anlatıyor: “Batı demokrasileri tarafından desteklenen İsrail’in, Gazze’yi yok etmesi; milyonlarca insana, aylarca süren psikolojik bir işkence yaşattı. Bu insanlar, siyasi bir kötülüğün istem dışı tanıklarıydılar. Bazen hayatta olmanın iyi bir şey olduğunu düşünürlerdi ama sonra İsrail’in bombaladığı bir başka okulda kızının yanarak öldüğünü izleyen bir annenin çığlıklarını duyarlardı.”
Mishra, Gazze’deki soykırımın “yirmi birinci yüzyılın belirleyici ânı” olduğunu savunuyor. Batı’nın, Nazi’lerin Yahudilere yönelik katliamını benzersiz bir vahşet olarak anlatması ile eski sömürge halklarının -yani dünya çoğunluğunun- bu katliamda kendi bölgelerinde yaşanan soykırımların yankılarını görmesi arasındaki uçurumu vurguluyor. Aimé Césaire, 1955 yılında Batılı vatandaşlar hakkında şöyle yazmıştı: “Hitler’i affedemediği şey, suçun kendisi, insana karşı işlenen suç, insanın aşağılanması değil, beyaz insana karşı işlenen suç, beyaz insanın aşağılanması ve o zamana kadar sadece Cezayir’deki Araplara, Hindistan’daki köle işçilere ve Afrika’daki siyahilere uygulanan sömürgeci yöntemleri Avrupa’ya da uygulamış olmasıdır.”
Küresel Güney’deki birçok kişi için Gazze’deki soykırım, Batı’nın yüzyıllardır süren ve dünyanın “beyaz olmayan halkları”na karşı yürüttüğü kitlesel katliam kampanyalarına karşı cezasız kalmasının bir başka örneğidir. Onlar, Holokost’u istisnai bir olay olarak görmezler, aksine Batı’nın egemen sınıflarının İsrail’e karşı gösterdiği özel hoşgörüde utanmaz bir ikiyüzlülük görürler. Mishra, çoğu resmî veya gayri resmî olarak ırkçı olan Batılı güçlerin Hitler’e karşı savaşa katılımının, “kendi topraklarında savunmak için canlarını verecekleri bir inanca karşı” bir mücadele olduğunu belirtiyor.
İsrail’in Gazze’deki katliamı, orman kanununa açık bir dönüşün habercisidir: Güçlü olan haklıdır. Tarihsel paralellikler düşündürücüdür. 1946-1954 yıllarında Fransa, sömürge yönetimini yeniden kurma girişiminde bulunmuş, ardından 1955-75 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri, “komünizmi kontrol altına almak” amacıyla Vietnam’da 3 milyondan fazla kişiyi katletmiştir. On yıllar sonra yüz binlerce insanın ölümüne neden olan ABD’nin Irak işgali, birçok kişinin bildiği gibi ülkeyi kitle imha silahlarından kurtarma amacı ile gerekçelendirildi. İsrail’in Gazze’yi yıkması ve Trump’ın ortaya çıkan “yıkım alanını” bir Riviera hâline getirmek için sakinlerini boşaltma sözü vermesi sayesinde böyle bir aldatıcı bahane bile artık gerekli görülmüyor.
Gazze soykırımı; Batı’nın yönetici çevrelerinin İsrail’i silahlandırıp muhalefeti bastırmak sûretiyle yaşadığı ahlâkî çöküşü ve bu dehşeti kamufle eden uysal medyasının çürümüşlüğünü net bir şekilde göstermektedir. İsrail, 16. yüzyıldan itibaren Afrika, Amerika, Asya ve Avustralya’da “vahşi” olarak gördükleri milyonlarca insanı öldüren sömürgeci güçlerin izinden gitmektedir. İsrail’in yapay zekâ ile hedef belirleme ve robotlar kullanarak binaları havaya uçurma (ve Lübnan’da binlerce kurbanın ölümüne neden olan bubi tuzaklı çağrı cihazları) gibi ileri teknolojileri kullanması, bu tür ahlâkî çöküşün tehlikeli sonuçlarını göstermektedir. Bu, ahlaksız bürokratik devletlerin bilim ve teknolojiyi katliamlar gerçekleştirmek için kullandığı bir başka örnektir ancak bu sefer -Holokost’tan farklı olarak- soykırım gizlenemez! Soykırım, normalleştirilmiştir.
Bu üç kitap, okuyucunun ağaçların ardındaki karanlık ormanı algılamasını, İsrail’in davranışlarının yeni ortaya çıkan dünya düzeni için taşıdığı önemli sonuçları görmesini sağlar. Mishra‘nın epilogunda belirttiği gibi yine de “Karanlığın içinden süzülen bir umut vardır!” İsrail’in aşırı şiddeti ve Batı’nın -parçalanmış görünse de- artan savaşçılığı, imparatorluğun çöküşünün işaretleridir. Britanya, imparatorluğunun son günlerini yaşadığı 1950’lerde, Kenya’da son derece acımasızdı. Shlaim de dahil olmak üzere birçok kişi, soykırımcı Siyonist rejimin yakında sona ereceğini öngörüyor.
[1] Lebensraum (Almanca anlamı: Yaşam alanı), Doğu Avrupa’da Almanya sınırları dışında yaşayan Alman azınlıkların Almanya’nın hakimiyetinde birleştirilmesi ve yeni toprakların kolonizasyonu ile beraber Alman popülasyonunun bu topraklara yerleştirilmesi politikasıdır.
*Yakov M. Rabkin, Montreal Üniversitesi Tarih Bölümü’nde emeritus profesördür.
Kaynak: newlinesmag.com
Çeviri: Tasfiye