Victor Hugo ve Uludere

Başkasına ait bir meseleyi adalet için savunuyor olmak, yazmak ve konuşmak alkışlanacak bir meziyetken, ne yazık ki bu savunu, sahibini dışlayıcı bir dil ile hakarete uğratmaya yetiyor. Uludereliler için yüreği sızlamak, yetkililerden hesap sormak Kürt olmayı gerektirmiyor. Kürt sorunun çözümü için çırpınmak, resmi ideolojiyi kenara sıkıştırıp geçmişi ile yüzleştirmeye çalışmak,dışlanmayacak bir dil kullanmak ile de “Kürtçülük” yapılmadığı gibi.

Geçen gün dünya edebiyatı okumalarımızda sıra Victor Hugo’ya geldiğinde yazarın kitabı beni  günümüze kadar getirdi…

**

Fransız şair ve yazar Hugo 1829 yılında bir kitap yayımlar, Bir İdam Mahkûmunun Son Günü adıyla isimsiz olarak çıkan kitap döneminde büyük eleştirilere konu olur, nedeni basittir. Toplum tarafından benimsenmiş kanıksanmış bir mesele olan idam cezasına alışılmışın dışında tersten bakmayı denemiştir yazar. Herkesin idamları alkışlayarak zevkle izlediği bir yer olan Greve Meydanı’na, mahkumun gözünden bakarak “saçmalamıştır”, buna ne gerek vardır ki, bir idam mahkumu elbette ölmelidir! O kadar.

Farklı olanı , mağduru, ezilmişi, zayıfı, azınlığı, hatta suçluyu anlamaya çalışmak, topluma rağmen, zor ancak takdir edilmesi gereken bir erdemdir. Toplumu ters yüz etmek; meseleleri aidiyetten, kavimden, kimlikten, dinden arındırarak salt adaletle değerlendirmek… Nerede ve nasıl olursa olsun hakkaniyetli olmak… Bunlar yazıldığı gibi okunan, ancak uygulamada aksaklıklar doğurmaya müsait, kaba göre şekil alan, kaypaklaştırılmış kavramlar maalesef.

“Hâkimlerden sonra bizler de onları düşüncelerimizle yargılarken hiç düşünmüş müydük acaba ne hissediyorlardı, yalnız kaldıkları zaman kafalarına hangi düşünceler üşüşüyordu”

Herkesin arkasını döndüğü taraftan bakmak, kalem sahipleri için gerçekleştirilmesi zor bir şeydir. O dönem de Hugo, kahramanını bir suçlu yaparak ve kitabını tüm yargıya atfederek bunu başarmıştır. Adalete, düzene de çatar yazar bunu yaparken: ve ben öldükten sonra oğulsuz, eşsiz ve babasız kalacak üç kadın; üç değişik tür yetim; yasaların yarattığı üç dul olacak. Adilane bir şekilde cezalandırıldığımı biliyorum peki bu zavallılar ne yaptılar, ne fark eder ki isimleri lekeleniyor umutları kırılıyor adalet dedikleri bu.”

**

Gök, “Burada çok ciddi bir ihmal olduğu görülüyor. Şahısların çıplak gözle bile kaçakçı oldukları belli oluyor, pisi pisine öldüklerini ifade edebilirim” diye açıklama yapıyor. Yetkililer olayı hala çözmüş değil. Bir kez daha bu saldırgan vurguncu “şövalyeliğin” Kürt sorununu halledemeyeceği gözler önüne serilmiştir. “Ahh pardon yanlışlıkla oldu!?” gibi amiyane açıklamaların, insanı daha çok çileden çıkaracağı unutulmamalıdır. Annelerin acılarını görmezden gelen milliyetçi tayfa, neden meseleye biraz da o halk açısından bakmıyor anlaması zor. Başkalarının acıları bizim için ne kadar da kolay es geçilebiliniyor. insanın, mitinin de siyasetinin de yargısının da ordusunun da canı cehenneme!, diyesi geliyor.

**

Özetle Hugo, bir toplumun öldürme merakını, aydınlanmacı hümanizm geleneğinde suç ile ceza ilişkisini konu ediyor. İnfaza karşı,toplumdan ya da yargıçlardan umduğu merhameti ve hayal kırıklığını işliyor.

Uludere’de yaşananlar derinlerde bir yerde rol oynayan bir takım adamların nefreti mi, toplumun bu sessizliği, sokaklara dökülmeyişi, “milli” yürüyüşler yapmayışı yine derinlerde bir yerlerdeki öldürme ve intikam hırsından mı bilmiyorum. Gücü eline alan kendini hep kayıp mı edecek, hiç mi bana mısın demeyecek. Bildiğim tek şey şu :

herkesin içinde bir amerika vardır!?


Etiket(ler): , , .Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Bir yanıt yazın