Çocukça Bir Pembe Heves – Nazlı Nesibe Kılıçoğlu

 

Saat ikindi sonrası; kışa göre akşam, başka memleketlere göre gece, yüreğime göre hüzün. Ve bembeyaz bir sayfaya, mürekkebin ağırlığıyla yılın ilk gecikmiş yazısı. Yazacağım kelimeler de söylediğim sözler kadar kararsız olacak biliyorum ama yine de ufak bir yolculuğa çıkalım istiyorum: Bir gün. Her gün gidip geldiğim otobüsün koltuğunun altından gelen sıcak hava ayaklarımızdan şehrin soğukluğuyla buz tutmuş ellerimize kadar ulaşıp tüm vücudumuzu ısıtıyor ama yüreğimiz hiçbir fiziksel tedavi ile “karanlığın en koyusunun fecre en yakın zaman” olduğunu bilse de biraz sonra güneşin açacağına sevinip koyu karanlığı unutmuyor. Zira daha güneş açmadan sokağın soğuk lambaları gözlerini kirletmiştir. Hem güneş doğsa ne fark olacaktır ki, güneşin kendisiyle değil camdan canavarlardan gelen soğuk yansımasıyla ısınmaya çalışacaktır yüreklerimiz.

Saat sabahın yedisi.

Beton duvarlara çarpmadan özgürlüğe uçmak isteyen kuşlarla yüreklerimiz baş başa. Biz ise “Ali Baba” adlı nargilecinin önünden geçiyoruz. Merak etmeyiniz kahve de içilir burada, güzel sandığımız meyve(!) kokuları da yayılır. Ama yine de ürperti vericidir; hele sabahleyin masalarının üzerinde ters dönmüş ölü sandalyelerin arasında size bakan birkaç kişi gördüğünüz zaman. Hem sabahın yavaş yavaş açılmaya başlayan karanlığında başlı başına bir ürpertidir nargile. Ali Baba*, isminin neye verildiğini görseydi hicap duyar mıydı acaba?

Bir hikâyenin başlangıcını mı yapıyorum? Hayır.

İşte tam da beklediğim gibi sol yanımdan uyanışa giden bir ego geçiyor. Yanlış anlaşılmasın kelimelerim. Sol yanım dediysem sağ ve sol yönlerinden sol, siyasî ya da kalbî bir şey değil. Uyanış ise bir yer adıdır Pınarbaşı ile birlikte, ideolojilerin isyanı değil. Hele Ego’dan kastım “Elektrik Gaz Otobüs”ün kısaltmasıdır, insanların kendini yüceltme düşüncesiyle herkesi hor görme isteği değil. Açıklama gereği duymam gayet normaldir sanıyorum, yoksa ufak yazım yanlışlarından dolayı aşk dolu sözlerimiz isyana açıktır.

Bir şiirin başlangıcını mı yapıyorum? Hayır.

Bakınız biraz ileride de banka var. Okuluma giderken hep bu bankaya bakar, yavaş yavaş tükensem de aşk dolu olduğum için sevinirim. Ama inanın önündeki resimleri ilk kez görüyorum. Garip, her şey gibi… Resimlerde Nazım Hikmet, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Edgar Allen Poe… Ve resimlerin altındaki yazı: “Çok Yakında Burada” Galiba yaşadığım(!) yılı çağırıyorum. Bakınız işte, banka önünde yılları kucaklıyorum. Halk aşksız, sokaklar banka dükkânlarıyla dolu, önünde şair resimleri! Kusuruma bakmayınız, kitabımın arasında banka faturası bulduğumdan beri küskünüm..

Bir makalenin başlangıcını mı yapıyorum? Hayır.

İşte son duraklarımız. Gördüğünüz gibi kocaman bulutları delen camdan canavarlar!** Biliyorum kendilerine tam bakamıyoruz. Çünkü güneşin yansıması gözümüze geliyor ama kör etmiyor. Hâlâ çirkinliklerini görebiliriz. Hele bu camdan canavarlar hiç olmasaydı güneşin kendisini de görebilirdik. Yağmurun saydamlığını, pamuk şeker gibi bulutları, deniz gibi insanın içini açan masmavi gökyüzünü ve hatta bize acı acı gülümseyen göçmen kuşları… Belki hayatın gerçekliğini… İşte o zaman camdan canavarların arasında açılan özgürlüğü görmek için bir o yana bir bu yana koşuşturmazdık. (Gerçi sahte meşguliyet ve telaşelerden hangimiz çocukça bir hevesle bu çabanın peşindeyiz ki!) Peki, bu camdan canavarları neye savaş açarak yaptığımızın farkında mıyız, üstelik barış adı altında.

Bir muhabbete bahane mi arıyorum? Kesinlikle hayır.

Bu, başta da dediğim gibi ufak bir yolculuktu sadece: okul yolum. Burası Çankaya. Ankara’nın Paris’i(!)

Hoş, sadece benim betimlemelerimle okul yolumdan birlikte geçtik. Birlikte kelimesi bile  umut veriyor -üstelik daha çok umut versin diye iyice belirtilmek için yüklemden önce konulmuştur- ama peki ya gerçeklerimiz?

Hayat; insanın aşkının, düşüncesinin, nesnelliğinin, soyutluğunun, bilinmezliğinin ve belki de ulaşılamazlığının bir şiire yansımasıdır ve birlikte dünya üzerindeki bütün eylemlerinin zamanla iç içe geçmesidir. (Çünkü bazen kâfiyeleri bozulur hayatın.) Eylemleri için yaşamından vaz geçecek olsa bile insan, hayat budur.

Bazen oturup her genç gibi ben de sorguluyorum: kendimi, hayatı, insanları, savaşı, bilinmezliği… Özgün sorular olmasa bile sorulması gereken sorulardı bunlar. Ve hatta bu sorular bam telime öyle basıyor ki benden başka kimseyi bulamayan yalnızlığımla oyunlar oynuyorum kendi kendime, hayatın oyununu geçemese bile oturuyorum, dünyayı ve insanları hiç tanımamış ama tanımaya çabalayan bir uzaylı -dünyasız- gibi bakıyorum her şeye.. Bir insan olarak yaşadığım garipliği, bir yabancı gözüyle de tasdikleyip iyice kavrıyorum.

Ama insanların ne dertleri var hala hiç anlamıyorum. Sadece sahip olmak sebebinden başka sebepleri olmadan birbirlerinin katilleri olurlar, öldüren öldürdüklerine karşı üstünlük taslar ve yine öldürür. Ama düşünmez mi hiç insan, üstünlük taslayacakları kişiler tamamen yok olup gittikten sonra kime üstünlük taslayacaklar? Sadece geriye kalanların kalbinde derin bir sızı kalacak. (Eğer onlar da kalabilirlerse!) Ah, kış… Yine hüzün getirdin bana, tarihin acı hatırası Sarıkamış’la. Beyaz bir sonsuzlukla kapladın her tarafı. Şimdi hasretle arıyorum büyüklerimin arkadaşınla kavga etme nasihatlerini ama umarım yine büyüklerin dediği söz yanlış olur da armut dibine düşmez. Yoksa biz “hocanın dediğini yap, yaptığını yapma” oyununu mu oynayacağız? Ama çok iyi biliyorum ki bu amaçsız ve sonuçsuz geleneği yapmak istemiyor yüreğim. Sadece bununla kalmadı ki gittikçe büyüyen ve tutarsız sisli öğüt yığını… Söz gelimi okullarda da hep öğretildi kelimeleri düzgün kullanmamız. Oysa boşaltılmış bir yığın bölümü vardır kelimelerin: aşk, barış, mutluluk, kaybetmek, yalnızlık… Aşk; her gün on kişiye ilgi duymak mıdır, hayır, her gün on vakit o kişiyi düşünüp onda yaşamaktır. Barış; bulunduğun yerdeki savaşsızlık mıdır, hayır, insanın nerede ve kiminle olursa olsun yüzündeki huzurlu bir tebessümüdür. Mutluluk, zihinsel ve duygusal yeterlilik hali midir, hayır, tüm güçlere adaletle göğüs germenin vicdandaki o rahat nefesidir. Kaybetmek, yalnızca elinde olanın elinden alınması mıdır, hayır, sözünle hayat bulan fikrinin dahi alınmasıdır. Yalnızlık, şehrin katı kalabalığında tek bir kişinin bile düşüncelerinize katılmaması mıdır, hayır, kendinize bile söyleyemediğiniz düşüncelerinizin beyninizin duvarlarına çarpıp geri dönmesidir.

Neden bu kadar çabuk teslim ettik kelimeleri biz böyle? Neden düşünmeden içlerini boşalttık hislerimizin.? Neden öyle pervasızca yalanlara kanıp beton duvarlardan medet umar olduk? Neden mektup yazmadığımız, sevgimizi söylemediğimiz, mürekkep kokusu almadığımız halde mutluyuz dedik? Ne çabuk büyüdük biz böyle? Şimdi ise hayat ile mutluluk sevgili olmuş biz ise üçüncü şahıs…  Ben büyümek istemiyorum, bana genç demeyin, bana delikanlı demeyin; değerlim beni hatırlasın diye küserek ben şimdi daha da çocuk olmak istiyorum..

Ümitsiz Bir Not: Umarım gözünüze yaş olup düşerim.

*Sözümüz meclisten dışarı olsun ama büyükler o kadar büyüyüp çocukluktan uzaklaşmış ve hayallerinin peşinden koşarken ümitsizliğe kapılıp o kadar çabuk pes etmişler ki hatırlamaz ve anlamazlar diye düşüyoruz bu hasretli dip notu. Ali Baba hayal edemeyeceğiniz kadar çok hayvanı olan, o çocukluğumuzun meşhur şarkısındaki babamız.

**Duvarı bile olmayan, her yeri cam ile kaplı kocaman ofis, avm… Dediklerimiz yenilir yutulur şeyler değil!

 

 

Etiket(ler): , .Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Bir yanıt yazın