Bir Erken Dönem İdeolojik Devlet Deneyimi – Murat Muratoğlu

 

Medine ve Hicret itikadî bir önem kadar taşıdığı siyasi anlamla da Müslümanlar için bir örnek ve mühim izlekler barındırmakta. Dr. Fethi Osman’ın bir kitapçığı “Düşünce Devleti: Bir Erken Dönem İdeolojik Devlet Deneyimi” (Fecr Yayınevi, 1. Baskı: 1992, Türkçesi: Salih Osman) bize Medine Devletinin (Hicret Devleti atfı ile anlatır) yapısal karakterini analiz etme ve belli bir düşüncenin inşasına katkı sunacak nitelikte rehber metin olma özelliğine haiz. Metinin kısalığına ve sıklıkla belli noktalarda döndürdüğü vurgulara rağmen yapısal/kurumsal bir girişimin, özellikle Peygamberin önderliğince icra edilmiş bir girişimin, karakterini zaviyesince temel bir analizini sunuyor.

Hicret Devlet’ini kabaca tanımlayan ilk bölümde temel vurgu; Medine Devlet’inin Sparta veya Atina gibi bir şehir devleti olmadığı Medine (Yesrib) ile ilişkisinin ise temelde arızi olduğudur. Oysa kaidesi; İmani ve Akidevidir. Yani kaidelerini kabul edenlerce herhangi bir yerde farklı yapısallıklar içinde mücessem olabilir. Bu bağlamda Hicret Devlet’i atfı yerindedir. Ayrıca başvurduğu diğer kavramlar “ideolojik”, “evrensel” ve “açık/serbest” olma halidir ki; bunları hem Kur’anî, hem de tarihsel referanslarla sunar.

İdeoloji*; Dr. Ali Şeriati’nin tanımladığı biçimde dünyayı, insanı ve idealleri tanıma biçimimizdir. Belli ölçüde değişken içtihata açık belli ölçüde sabit bir kaideye bağlıdır. Bu metinde “ideolojik devlet” vurgusuna sıklıkla iman ve akide birliğine dayanan kurucu unsurlar eşlik eder. Fakat iddiası herhangi determizmle var olmaz. Tebliğin herhangi bir toprak parçası, ırk ya da sınıfsallık için olmadığı ortadır. Aynı zamanda herhangi bir tarihsel süreci ve teleolojik herhangi bir dünyevi hedefi işaret etmez ancak var olduğu sürece “iman ve akide” üzere bir düsturu benimser.

Serbest irade vurgusu metnin her yerine eşit derecede sinmiştir. Bu aynı zamanda tebliğin evrenselliğine bir işarettir. Evrensellik; zamanın ve mekânın neresinde olursa olsun bir geçerlilik ihtiva ettiğine işarettir. Aynı zamanda dinamiktir. İçtihada açıktır. Mekânı sabit değildir. Hicret Devletinin evrenselliği, var olması için gerekli mekânı ve zamanı müntesiplerinin tercih edebilirliği onu yine de kolonize edici bir eğilime ya da “serbest iradeyi” yok sayacak dikte formlarını üretmesine meylettirmemiştir. Üstüne üstlük “açık/serbest” bir toplum kurgusu hâkim olmuştur. Yesrib’in tüm unsurlarının katıldığı bir “yasama/sözleşme” süreci yerinde bir örnekliktir aynı zamanda akidenin gereği olan adaletli bir muameledir. Burada değinilen özellikler ilerleyen bölümlerde daha geniş açılımlar ve Kur’anî referanslarla sunulmuştur.

İkinci bölümde Hicret Devlet’inin hukuki yapısını Modern Hukuk Bilimi, Anayasacılık ve Uluslararası Hukuk nazarında kabaca değerlendirir yazar. Devletin karakteri olarak kabul gören üç özelliği değerlendirir. Bir topluma tabi olması, egemen olması -ki iç egemenlik ve dış egemenlik diye iki alt başlığa ayrılmıştır- ve bir alan/bölge üstüne olmasıdır.

Burada toplum ortak bir ahde ve imana sahip olanlarken alan/bölge herhangi bir yer olabilir, yeter ki davete icabet olsun. Egemenlik ise pekâlâ vardır ve müşahhas değildir, kimsenin sultası altında değildir bizzat ümmetin özgür fertlerine aittir. Yazar, ümmete ait ayrı bir tanımlama yapmaz. Önceki vurgulardan anlaşılacağı üzere buradaki kurgu kolonize eden/sömürgeleştiren bir kurgu değildir. Bir saltanat hiç değildir. Sömürgeci/kolonizatör eğilimleri olmaması diğer unsurlara karşı bir dikte formu olmasını da önler. Zaten böyle bir dikte formunu üretmesi yine sık sık yapılan özgür irade vurgusuyla çelişmesi demek olur.

Manevi boyutu

Hicret Devletinin yapısındaki eşsiz boyut ise yazara göre buraya kadar anlatılanlardan öte bir şeydir. Taşıdığı manevi boyuttur. Hicret Devlet’inin Manevi Boyutu adlı bölümde yazar serbest iradenin yapısının belirli determinizmlerden azade kıldığı gibi; kişinin egosunun, toplumun gelip getirdiği alışkanlıklarının, çıkarın çekiciliğinin ya da düzenin korkutmasının üstesinden gelmesini zorunlu kıldığını vurgular. Burada kâr ve ticaret hırsının ve toprak ve kan bağlılıklarının yozluğunu işaret eder. Bölümden bir alıntıyla devam edelim.

“Hicret Devleti özgürlük ülkesidir, determinist (her türlüsüyle; coğrafi, tarihi, ırkî) bir ülke değildir.

İnsan, kırmızı ya da yeşil kanlı olmasına neden olan ana ya da babasını seçemez ki, bu gayri-ihtiyari oluş, insanın ömrü boyunca onu terk etmez. Keza insan nerede doğacağını da seçemez. Ki, bu yer, insanın geleceğini belirler.

Oysa insan, özgür ve tüm baskılardan uzak olursa herhangi bir inancı ve düşünceyi seçebilir.

Hicret Devletinin göze çarpan en önemli orijinalliklerinden biri onun kan, bölge, halk ve ülke gibi dar ufukların çok ötesinde geniş ufuklu olmasıdır. Çünkü yeni ideolojik devlet, herkese açık, insani bir temel üzerinedir.

-Dinde zorlama yoktur. Doğruluk sapıklıktan seçilip belli olmuştur. Kim tağutu inkâr edip Allah’a inanırsa, muhakkak ki o kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah kemaliyle işiten ve bilendir. (2/256)

Kapısı her akıl sahibine açık,  zorlamadan uzak yeni devlet bu esas üstüne doğrulmuştur.”

Mü’minleri adaleti ayakta tutanlar olarak iradeleştirir ve Allah için şahitlik yapanlar olarak niteler ve devamında imani kaidelerin esasının bir düzen ve adalet olduğunu vurgular. Yani tercih edilen adalettir ve adalet Allah için yapılan bir şahitliktir. Devamında zalim ve mazlumun yer değiştirmesinin insanlığa herhangi yeni bir şey vaad etmediğini söyler.

İdeolojik Bir Devlet

Burada ideolojiden işaret olarak anlamlandırabileceğimiz şey düşünce ve inançtır. Devletin temelleri belirli ilkeler ve düşünceler bütünüdür.

Burada tabi olma halini inceler ve özellikle Akabe biati öncesinde Yesrib ahalisinin Muhammed’e (s) ve tebliğine bir anda tüm gönül açıklıklarıyla değil ölçüp biçerek var olan tüm durumları değerlendirmeye çalışarak kani olduklarına dair bir vurgu yapar. Yani “ensar” içtihad üzredir. Kararı almak zor olmuştur. Aklını hükme varması başlı başına meşakattir. Yani Medinelilerin tabiyetini duygusal bir toplumsal olay olarak algılamak vakıalarla çelişir, aynı zamanda “Hicret Devlet”inin karakterini yanlış anlamamıza neden olur. Burada yazarın yaptığı önemli vurgulardan biri “asabiyye”yi “düşünce”nin ya da “içtihad”ın nasıl önemsizleştirdiği ve böyle bir eğilime yol açtığıdır. Kabilevi/arızi hiçbir asabiyyeye kapı açmayan bir içtihaddır bu davet.

Yani başta Ali Şeriati’nin tanımıyla da işaret ettiğimiz gibi insanı, dünyayı anlama biçimlerini alabildiğince dönüştürür ve İdeolojiyi yani bir akideyi/fikri esas alır.

Evrensel Bir Devlet

Davet tüm insanlara açık, herhangi bir zamana ve mekâna hitap etmediği için evrenseldir. Aslında yazara göre evrensel olma iddiası tüm ideolojik kurulumlara aittir, bunlar; yazarın bahsince iki bloktur. Bloklardan anlaşılacağı üzere metin Soğuk Savaş Dönemine aittir.

Blokların devletsel kurulumları liberalizm ve sosyalizm gibi ayrı “felsefelere” dayansa da evrensellik iddiaları birdir yazara göre.  Ama bir yandan liberal Batı Demokrasileri İngiltere/Fransa/ABD hatta Türk/Yunan çekişmesiyle başarısız bir görünüm vermektedir. Ayrıca ulusal ideolojilerin de böyle bir inşayı imkânsızlaştırdığı ortadadır.

Aynı şekilde Sosyalist Blokun daha keskin, daha tutarlı ve bütünsel bir ideolojik yapısı olmasına karşın Sovyetler Birliği ve Çin arasındaki siyasi çekişme, Yugoslavya’nın politik olarak ayrışması, Çin-Vietnam çatışmaları, ki bunlara ideolojik görünümler kazandırılmaya çalışılsa da durum ortadadır. Bir başarısızlık hâkimdir.

“Bir devletin evrensel bir kimliğe sahip olup olmadığına dair göz önüne alınacak husus, onun ideolojik yapısında göz önüne alınacak hususla aynıdır: Devletin özgür seçime dayalı olması ve toplumsal yapısını oluşturan tüm birey ve ırklar arasında eşitliği sağlaması. Salt bu yön çağdaş evrensel devlet tipini klasik emperyalist devlet tipinden ayırmaktadır.

… Hicret Devleti, tarihi vakıanın da gösterdiği gibi ideolojik bir devlet olduğu gibi evrensel bir devlettir aynı zamanda.”

Hilafetin bir içtihad olduğu şerhini düşerek yazarın İslam’da evrenselliğin kurumsallaşmasında işlevsel olarak gördüğü iki olgu; Hac ve Hilafettir.

Hicret Devlet’inin kurucu belgesi olarak ele aldığı İbn-i Hişam’dan nakletteği Medine Sözleşmesi’nden şu kısmı alıntılar:

“Rahman ve Rahim Allah’ın adıyla:

Bu belge Nebi Muhammed tarafından Kureyşli, Yesribli  mü’min ve müslümanlar ve onlara katılıp birlikte cihad edenler içindir; Onlar, sair insanların ötesinde tek bir ümmettir.”

Bu belge Hicret Devletinin evrensel kimlikli ideolojik yapısı için apaçık bir delildir.

Sosyal Sözleşme ve Sosyal Dayanışma

Bölüm girizgâhında J.J. Rousseau’nun Toplumsal Sözleşmesinden bir alıntıyla başlar ve zulümlere kapı kapatacak bir hukuk sisteminin düşünürlerin ortak uğraşlarından olduğunu vurgular.  Ve bir sözleşme zorunluluğuna dair belli vurguları vardır. İmamet akdinin de böyle bir durumun ürünü olduğunu belirtir. İbn-i Hazm’ın Muhalla eserinden aktararak;

“İmam, insanlara namazı kıldırması, zekâtı toplaması, hadleri uygulaması, ahkâmı tatbik etmesi ve düşmana karşı cihada önderlik etmesi için seçilir. Bu olayların tümü bir akittir. Bu akde aklı baliğ olmayanlar muhatap değildir.”

Belli hukuk teorilerinden söz ederken muhtelif hukukçuların fikirlerin yer verir ve tartışmayı hukukiliğe devlet iradesinin dışında bir temel bulmaya getirir.

Fransız hukukçu Duiut’un  “hukuki kaide” kavramını kullanır ve her ülkede yasa koyucunun tabi olduğu üstün bir yasadan bahseder. Bu “kaide” parlamento kanalıyla bile çiğnenemez. Atfı burada vicdanadır.

İslami bir ilkesellikte en üstün irade olarak vuku bulan irade Allah’ın iradesidir. Bizzat akdin de ve Sosyal Sözleşmenin de temeli odur. Bunu herhangi bir devlet iradesi ile kıyaslamaz.

Öte yandan hukuki kaidenin birtakım bağlara dayandığını, bu bağların devletten önce bulunduğu için devletten üstün olduğunu söylemek, devletin egemenliğini sınırlayıp kayıtlamak için oluşturulmuş birtakım zihinsel çabadır. İzahları ayrı olmakla beraber Rousseau da böyle bir şeye Sosyal Sözleşme kavramında değinmişti. Dugiut her ne kadar devletin egemenliğini hukuki kaideye saygı gerekliliğiyle kayıtlamışsa da, o, bu kaideyi şüphe ve tartışmalardan uzak olacak şekilde ortaya koyamadığı gibi bu kaideyi tanımlayacak düzgün bir merci de göstermemiştir. O sadece bu hukuki kaidenin realite olarak var olduğuna ve tüm modern devletlerin değişik siyasi rejimlerin de tek bir gayeyi amaçladığına ve onun da hukuki iradeyle bireyi devlete karşı koruyan güvenceler olduğunu söylemekle yetinmiştir.

….

İslam yasası birtakım genel ideolojik ilkeler üstüne kurulmuştur. İslam Hukukunun bu ilkelerin kaynağını göstermesi hiç de zor değildir. Çünkü inanç devleti “en üstün otorite Allah’tır” esası üzerinde kurulmuştur. Allah, prensipleri ve genel direktifleri koyarken tarafsız bir güçtür.

Yazarın sonsöz niteliğindeki “Hicret ve İnanca Doğru..” adlı bölümde çağımızda var olan genel bir “Uygarlık Krizine” işaret eden muhtelif alıntılar vardır. Burada Albert Schwitzer ve Arnold Toynbee’den yaptığı alıntılar yer alıyor. Günümüz toplumların örgütlenme örüntüsünde manevi yitimlerin kadar farklı varoluşsal temalar içerir ve kısa alıntılardır. Burada öne çıkan vurgu maddi bir ilerlemeye hiçbir şekilde eşlik edemeyen bir ahlaki gerilemedir. Arnold Toynbee ise Geleneksel İnanışların yerine en ilkel inanç formlarında olan “insanın gücüne “ tapınma hallerinin farklı tezahürleri olduğunu vurgular.

*İdeoloji: Günümüzde -idea: Fikir, düşünce (platoncu, aristocu ya da kantçı nitelemeler bizi şu an ilgilendirmiyor.) logos: Bir bağlamın mantıksal bir temel ya da diğer düşünsel enstrümanlarla araştırılıp bilimin/ilmin temeli olması- fikirler üstüne bir araştırma eğilimden çok fikrin kendisini ifade etmekte.

Etiket(ler): , , , , .Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Bir yanıt yazın