Adının Anlamı Gibi – Şeyda Köymen Bostancı

Kışın gelmesine sevinirdi küçükler, her şeye rağmen sevinirlerdi. Yağan karları tutmaya çalışır, buz tutan bayırda plastik leğenlerle kayar,  saatlerce kartopu oynarlardı.

Hoşlarına gitmeyen yönleri de çoktu tabi kış mevsiminin, her şeyden önce üşümek vardı. Sonra o dik okul yolunu çıkarlardı kara, yağmura, çamura bata çıka. Çoğu birkaç kez hasta olurdu. Bacalardan çıkan bedava dağıtılmış kömür dumanı yakardı genizlerini.

Küçük Leyla da her okul günü çıkardı o bayırı, ayaklarında ilk kullananı kim bilinmeyen pembe yırtık bir bot giyerdi böyle havalarda, birkaç kez dikilmiş ama hala yırtıkları olan altındaki lastiği yamulmuş yer yer soyulmuş bir pembe bot. Bazen erken saatte çıktığı okul yolu onu korkuturdu, sanki ilerde yürüyen çocukları yutuyordu bu yoğun sis. Korka korka girerdi o sisin içine, ayacıkları ıslanırdı yerdeki çamurdan. Kardan buruş buruş olurdu, tıpkı küvetlerinde oyun oynamaktan ayakları buruşan çocukların ayakları gibi buruşurdu.

Neyse ki başka dünyalar bilmiyordu buranın çocukları, çoğunun televizyonu bile yoktu. Başka hayatları, hayal edemeyecekleri reklamları görmüyorlardı. Leyla da bilmezdi başka hayatları. Bu mahallede herkes aynıydı, hatta Leyla şanslı bile sayılırdı çünkü hırkası vardı. Teneffüslerde çıkmazdı dışarı Leyla, ayaklarını kuruturdu okulda görüp adını öğrendiği o büyük demir kalorifer peteğinde.

Öğretmen girince sınıfa hiç konuşmadan tek tek bakardı hepsinin yüzüne, sonra günaydın, derdi. Farklı bir bakış sezerdi çocuklar öğretmenin yüzünde. Büyüdükçe anladılar bu bakış ne demek. Öğretmen neden öyle bakıyordu tek tek yüzlerine üstlerine, üzülüyordu hatta acıyordu hallerine. Bütün çocukların gözlerinin içinde görüyordu yoksulluğu, kederi, bu yaşta içine düştükleri yaşam mücadelesini.

Bir şeyler yapmak istiyordu, çabalıyordu. Havalar bozmaya başlayınca gücü yettiğince sağa sola haber salıp kışlık kıyafet topluyor, tek tek giydiriyordu elleriyle. En azından üşümesinler, diyordu ama sayıları o kadar çoktu ki, hepsine yetişemiyordu. Çaresizliği kabulleniyordu o da, tıpkı mahalledeki herkes gibi.

Leyla’nın hırkasını da öğretmeni vermişti. Severdi Leyla, öğretmenini; dersleri anlamasa da kızmazdı, Leyla’nın saçını okşar tekrar anlatırdı. Bazen çikolata getirirdi, şeker getirirdi çocuklar hepsini yemez, evdekilere de götürdü. Hatta bazen oyuncak bile getiriyordu. Yazın oynayamazdı ama kışın oynardı o oyuncaklarla Leyla.

Hava öyle soğuk olurdu ki bazen okul bitince koşa koşa eve giderdi bütün çocuklar,  her zaman açık olan bahçe kapısından girer girmez bağırırlardı, evin kapısı bir an önce açılsın, diye. Kimi anne, diye bağırdı, kimi babaanne, diye. Mahalledeki evlerin hepsi bahçe içinde idi, hatta birkaç farklı ev ortak bir avluya bakardı.

Leylaların evi de bir komşuları ile aynı bahçedeydi. Komşuların iki oğlu vardı, çocuklar kendinden az büyüktü, nerdeyse hiç görmezdi onları, onlar da babası gibi hep çalışırdı. Leyla’yı bahçe kapısından içeri adım atınca bahçenin sağında tepeleme yığılmış kartonlar, kâğıtlar, solunda plastik leğenler, damacanalar, bidonlar; başka bir köşesinde kırık camlar karşılardı.

Her ailenin topladığı ayrı ayrı konurdu tabi, annesi kışın ev temizliğine gitmemişse evde olurdu. Babası kâğıt, karton, plastik toplardı geceye kadar, eve geldiğinde Leyla çoktan uyumuş olurdu. Kışın pek görmezdi Leyla babasını ama yazın annesi de çıkardı kâğıt toplamaya. Leyla da onunla birlikte toplardı. O zaman görüyorlardı birbirlerini sokaklarda, eve de beraber dönerlerdi.

Yazları daha farklı geçerdi Leyla için. Kışın eve geldiğinde koşarak sobanın başına gider, ne yemek var, diye bakardı Leyla, belki patates atmıştır, diye açardı kapaklı gözünü sobanın. Hemen tuzlayıp yerim, diye hayal ederdi ama çoğu zaman umduğunu bulamazdı.

Annesinin çok yemek çeşidi bilmediğini düşünürdü,  gerçi kendi de bilmezdi ya! Okul öğlenleri ücretsiz yemek verdiği için öğrenmişti bazı farklı yemekleri. Annesi ya bulgur pilavı yapardı ya sulu patates ya da yumurta kırardı. Sabahları da akşamdan kalanları çıkarır, koyardı sofra bezinin üstüne.

Bir gün okulda kızlar kendi aralarında isimlerinin anlamlarını konuşuyorlardı. Hevesle eve gelip Leyla da sordu annesine. Benim adımın anlamı ne, diye. Ben nereden bileyim adının anlamı ne, hem öğrensen ne olacak, demişti annesi. Leyla o gün karar vermişti annesinin pek bir şey bilmediğine.

Çok bir şey bilmese de severdi annesi Leyla’yı, sevgisinin hissettirdi. Çok sisli havalarda annesi Leyla ile giderdi okula ama bir haftadır hastaydı. Leyla tek başına gidip geliyordu o hafta okuluna. Annesine bakıp teselli eder, okulun çok yakın olduğunu, merak etmemesini söylerdi. Üzülüyordu annesinin bu haline.

Her günkü gibi koyuldu o bayır okul yoluna, çıktı düzlüğe. Sisin içinden bağırışlar, çığlıklar, kaçışanlar… Ne olduğunu anlamadı önce. Her şey çok hızlı oluyordu, sonra köpekleri gördü, koşmaya başladı ama çelimsiz vücudu ile çok da uzaklaşamadı Leyla. Çevre evdeki büyükler yardıma koştu, köpekleri kovaladılar silahla, yerde yatan Leylaya ambulans çağırdılar hemen ama kafası, yüzü, körpe vücudu kan revan içindeydi Leyla’nın.

Annesine haber götürdüler, aç köpekler çocuklara saldırmış, Leyla’yı hastaneye götürmüşler, diye. Annesi ile babası üç gün beklediler hastane kapısında ama çoktan kaybettiği hayata geri dönemedi Leyla.

Adının anlamı gibi karanlık bir gecede verdi doktorlar kötü haberi ailesine. Babası baktı doktorun yüzüne, sessizce duyurdu sesini. Kızımın canını yoksulluk aldı, insanları bile aç olan mahallenin köpekleri nasıl tok olsun!

Etiket(ler): , .Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Bir cevap yazın